3 Mayıs 2017 Çarşamba

SEN BU YAZIYI OKUMA!

Bu yazıyı okumaya hiç ihtiyacın yok!
Daha doğrusu okumaya hiç ihtiyacın yok.
Başlığı okuduktan sonra yukarıdaki iki satırı da okuyup buraya kadar geldiysen seni takdir ettiğimi ve sana minnet(!) duyduğumu bilmeni isterim.
Senin gibi doğuştan bütün bilgilere ve tüm insanların ve tüm dünyanın hatta tüm evrenin sırlarına vakıf birinin benim gibi bir acizin satırlarını hala sabırla okuyor olmasının nasıl büyük bir lütuf(!) olduğunu anlatamam.
Benden öğrenebileceğin hiçbir şey yok. Çünkü sen benim söyleyeceklerimi de önceden bilensin, benim yazacaklarımı bir kâhin gibi önceden tahmin edebilensin. Herkese olduğu gibi bana da verdiğin bir not var. Notunu verdiğin insanın hangi düzeyde olduğunu da en iyi sen bilirsin. Yazdıklarımı, yazacaklarımı, söylediklerimi, söyleyeceklerimi, anladıklarımı, anlayacaklarımı bilirsin. O yüzden ne yazacaklarımı okumaya ne söyleyeceklerimi dinlemeye ne de beni anlamaya ihtiyacın var senin. Senin kendinden başka birine ihtiyacın yok.
****
Oysa ben muhtaç biriyim, bu dünyayı aklımın alabilmesi çok da mümkün değil. O yüzden söylenen, yazılan her şeye dikkat ederim. Bilmediklerimin çokluğu bilenlere olan saygımın gerekçesi olur her zaman.
Bilginin güç olduğu öğretilmedi bana, bana silahların daha güçlü olduğu belletildi yıllarca. O silahları üretmenin bilgiden geçtiği söylense de asıl saygının silahlara gösterildiğini anlamam için uzun zaman geçmesi gerekti. Bir yenilmişlik duygusunun ürünü olan bu tavrın ne çok insanımızı etkisi altına aldığını gördüm zamanla.
Tutunabileceğim dallarımı bir bir budamışlardı. O yüzden kendi ağacımı kendim yeşertip büyütmem gerektiğini öğrendim zamanla. Bazı şeyleri yeniden oluşturmanın ne kadar zor olduğunu gördüm ve başka tecrübelerin dünyada bize ne kadar gerekli olduğunu fark ettim. Keşfedilmiş olanı yeniden keşfetmenin bir anlamı yoktu. Onu anlamak ve geliştirmek gerekiyordu. Anlamak ne kadar da zor şeydi, başkalarının tecrübelerini anlamak ne kadar da güçtü. Anlamayı tercih etmek zordu. Ben zor olanı tercih ettim. Sen kolay olanı.
O yüzden bilgiye aç, arayan, sorgulayan, anlamaya çalışan bir acemiyim dünyada. Sen her şeyi bilen bir komutan edasıyla yukardan bakıyorsun biz acemilere. Aşağılanmayı hak eden işe yaramaz, adam edilmesi gerekenleriz biz senin gözünde. Hayalleri kelepçelenmesi gereken, senin aklına uymaysak her türlü kötülüğü hak eden biçareleriz biz senin gözünde. İnançları ilkel, düşünmesini bilmeyen, güzellikle olmuyorsa zorla hizaya getirilmesi gereken, tarihin tozlu sayfalarına gömülmesi gereken çağdışı yaratıklarız. Güzel olan ne varsa sende, senin söylediklerinde, senin önerdiklerinde, senin aklında.
Sen hayal kurmazsın, o yüzden hayal kuranları aşağılarsın. Sen umut etmezsin, umuduyla yaşayanları gerçeklerin karanlığında boğmaya kalkarsın. Acıya sabredenleri suçlarsın, her türlü acıyı hak ettiklerini haykırırsın yüzlerine.  Tüm yokluklara karşı hayata gülümseyenlere kızarsın, oturup ağlasınlar istersin bütün yokluklarına. Gülümseyişlerindeki kederi görmezsin, kederlerine yabancısın. O yüzden nefretle bakarsın gülümseyen yüzlerine. Ağlasınlar ve gözyaşlarında boğulsunlar, çünkü onların bu dünyada var olmaları bile büyük bir işkenceyken sana, bir de değerli vaktini bu değersizlere(!) laf anlatmakla geçiriyorsun. Elinden gelse bir kalemde sileceksin onları. Elinden gelse onların yerine yeni bir halk ithal edeceksin.
Öylesine merhametlisin(!) ki dünyanın neresinde olursa olsun zulme uğrayanların yanında olduğunu söylersin. Zalimin karşısında, haksızlığa uğrayanın yanında olduğunu büyük puntolarla yazarsın gazete köşelerinde. Ama aynı zamanda dünyanın efendilerinin de kim olduğuna dikkat etmek gerektiğini altını özellikle çizerek vurgulamakta da bütün dünyayı onların dilinden ve bakış açılarından hareketle yorumlamakta da mahirsin. Onlarla birlikte çalışır, onların ülkelerinde boy göstermeyi arzularsın ve medeniyetlerini kurdukları dünyanın karanlığını görmezden gelirsin. Zulümlerdeki paylarını ya görmezsin ya da güçsüzün ezilmeye mahkûm olduğunu iddia edersin. O zaman güçlü olmak için çabalayalım desem, bana inanmazsın, içinden çıktığın topluma inanmazsın, insanımıza güvenmezsin. Esaretten başka seçenek sunmazsın bana. Tek kurtuluşun güçlünün yanında yer almak olduğunu, bize sunulana teslim olmak olduğunu iddia edersin. Sen her zaman güçsüzün yanındasındır(!) ama onlara yardıma koşanların yanında hiç olmazsın, hatta çılgınlıkla suçlarsın onları. Mazlumlar için mücadele etmek gerektiğini söyler, mazlumlar için mücadele edenleri aşağılarsın. Silahlanmanın karşısında olduğunu söylersin, en çok silahı olanın önünde eğilirsin.
Ölüm sana değmediği müddetçe ölenleri umursamazsın, umursar gibi görünmeyi de ihmal etmezsin. Halk için konuşursun halkın yanında yer almazsın. Barışta aşağıladığın adamlara savaşta övgüler dizmesini de bilirsin. Çünkü seni ancak onların koruyabileceğini bilirsin. Çünkü onlar bu ülke için yaşamayı bildikleri gibi bu ülke için ölmeyi de bilirler. Yaşamayı da ölmeyi de bilene saygı duymayı bil dostum. Saygı duymazsan saygı görmeyeceğini unutma. Kusura bakma biraz akıl verir gibi oldu cümlelerim, yoksa akla ihtiyacın olmadığını biliyorum. Sen akıl alan değil verensin her zaman(!) Zaten yazıyı buraya kadar okumuş olman da tarifi mümkün olmayan bir lütuf(!) benim için.
Ben mi? Ben bir şey bilmem dostum, dedim ya öğrenmeye çalışan bir acemiyim. Yediden yetmişe herkesten öğreneceklerim var. Öğrendikçe de bilmediğimin farkına varıp susmayı tercih ediyorum, Susup yaşamayı…

DİL&ANLAT 
MART-NİSAN 2017
SAYI: 22


6 Mart 2016 Pazar

ADI AŞK

Sahip olduğunuzu düşündüğünüz en değerli şey nedir bu hayatta? Ya da şöyle sorsak sahip olmayı arzuladığınız, sahip olursanız saadete erişeceğiniz şey nedir? Bir araba mı, bir ev mi, bir yazlık mı, bir kadın mı, yoksa bunların hepsini birden elde edebileceğinizi düşündüğünüz para mı? İnsanın yeryüzündeki en büyük gayesi mutluluksa bunlara sahip olmak sizi mutlu edecek midir?
Peki bunlara sahip olmak için nasıl bir bedel ödemeyi uygun görürsünüz? Her şeyin bir bedeli varsa, ki vardır, sahip olmak istediğiniz bu şeylerin bedeli nedir acaba? Hadi bir başka pencere daha açalım: Bunlara gerçekten sahip olabilir misiniz? Yoksa kadim bilgiden haberdar değil misiniz? Terk edemediğiniz hiçbir şeye sahip olamazsınız. Sizin sandığınız şeylere sahip misiniz, yoksa onların kölesi misiniz? Yüce Allah Kuran-ı Kerim’de “Kim yalnız dünya hayatını ve ziynetini isterse biz onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam öderiz. Orada onlar bir eksikliğe uğratılmazlar.” (Hûd, 15. ayet) diye buyurur. Yaşamdan ne istersen sunulur sana, ama bedelini de ödersin. Unutmamak lazım: Neyi istersen onun kölesi olursun. Öyle bir şey isteyin ki karşılığında bütün bir cihanı verin, bütün varlığınızı onun yolunda feda edin. Öyle bir şey olsun ki bu hiçbir pişmanlık duymayın, hatta bırakın pişmanlık duymayı mutluluğun anahtarını elinize geçirmiş olun.  Eşrefoğlu Rumî bulmuş o anahtarı:
Cihânı hîçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk
Ancak bu anahtara sahip olanın da ödemesi gereken bir bedel vardır. Vazgeçmesi gereken şeyler vardır. Herkesin her şeyi hak ettiğini düşündüğü bir zamanda kendini aşkı için feda etmeyi düşünecek birileri hala var mıdır acaba? “Ya benimsin ya toprağın!” diyerek sevdiğini mezara gönderen biri aşık mıdır gerçekten? Aşık, sevdiğini mi yoksa kendini mi feda etmelidir? Her şeyi kendi için isteyen biri ne kadar kendini sevgili uğruna feda edebilir, sevgili için bütün acılara göğüs gerebilir? Oysa aşkın ilk şartlarından  biri elindeki şekeri (sükkeri) başkalarına (ayruğa) sunarken zehir (ağu) yutmayı göze almaktır.
Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk
Aşk uğruna her türlü sıkıntıya, acıya  katlanmanız gerekir. Bırakın katlanmayı bile isteye belalara atmanız gerekir kendinizi. İşte o zaman gerçekten arzuladığınız aşka kavuşmuş olursunuz.
Belâ yağmur gibi gökten yağarsa
Başını ana tutmaktır adı aşk
Kendinizi ateşlere atmayı göze almanız gerekir bu uğurda. Pervanenin (kelebek, kepenek) muma aşkını bilirsiniz. Işığın etrafında dönüp duran pervane ancak o ateşi kucaklarsa muradına ermiş olur. Yanmayı göze almayan aşık olur mu hiç? Aşk ateşini içinde taşıyan aşığa, ne yapar ki dünyanın ateşi. O zaten için için yanmaktadır. Yürek yangınını söndürecek bir şey yoktur bütün varlığını sevgiliye feda etmekten başka.
Bu âlem sanki oddan bir denizdir
Ana kendini atmaktır adı aşk
Hakikat bilgisine ulaşmış olanlar bilir ki sonsuz saadete ulaşmak isteyenlerin vücudunu aşkları uğruna fani kılmaları gerekir. Kendi varlığını feda etmeyi düşünmeyenin aşk ile işi olmaz vesselam.
Var Eşrefoğlu Rûmî bil hakîkat
Vücûdu fâni etmektir adı aşk
*  *  *  *  *  *  *
Eşrefoğlu’nun mısralarındaki aşkın fazlasıyla abartılı olduğunu söyleyebilirsiniz. Bunun edebiyatın gereği olarak böyle ifadelendirildiğini de söyleyebilirsiniz. Ama şu gerçeği gözden uzak tutmamak gerekir: Aşkın kendisi zaten abartılı bir durumdur. Aşık olanlar bunu bilirler. 
Divan şiirindeki sevgili motifinden söz ederken öğrencilerimizin birçoğu bu aşıkları anlayamadıklarını, sevgilinin yoluna kurban olmayı  hastalıklı bir hal olarak gördüklerini, aşığın mazoşist biri gibi göründüğünü söylerler. Sık sık sevgili değiştiren, yaz için ayrı, kış için ayrı bir sevgili hayal eden birinin divan şairlerinin şiirlerine konu ettikleri aşığı anlamalarını beklemek yanlış olur.  Her şeyi çabucak tüketen  insanlar  doğal olarak aşkı da tüketeceklerdir.  Aşk pazara düşerse tüketilmesi kaçınılmazdır zaten. Alınıp satılan bir şeyin de aşk olduğunu söylemek ne kadar doğru olur acaba.
TDK sözlüğünde aşık, “bir kimseye veya bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık duyan, vurgun, tutkun kimse” olarak tanımlanıyor. Aşığın sevgisi normal değil “aşırı” olmak durumunda, yoksa ona aşık diyemezsiniz. Yani aşk normal bir durum değil ki aşık da normal bir insan olsun. Aşk bir hastalık halidir aslında. Doğal olarak da aşık da aslında bir hastadır. Aşığın tek ilacı da aşkın kendisidir. Aşık derdine derman arayan biri değildir, derdinin aşkının dermanı olduğunun farkındadır. Aslında bu durumun bir dert olduğunu da biz düşünürüz, aşığın aşkından bir şikayeti yoktur. Asıl aşksız/dertsiz kalmak korkutur aşığı.  Fuzuli unutulmaz  mısralarında bunu şu şekilde dile getirmiş:
Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır
Yukarıdaki beyitte  aşık, doktora “aşk derdinden hoşnut olduğunu, herhangi bir şikayeti olmadığını, kendisini iyileştirmek için derdine derman aramamasını, asıl onun vereceği dermanın helakına sebep olan bir zehir olacağını” söyler. Aşığı seyredenler onun hasta olduğunu düşünürler. Yoksa Mecnun’un ya da Kerem’in bir şikayeti yoktur, onlar hasta/dertli olduklarını düşünmezler, onlar için asıl dert aşksız/dertsiz kalmaktır. Bir an bile dertsiz kalmayı istemezler, dertsiz kalmak helak olmak demektir aşık için. O yüzden eskiler “Allah seni dertsiz bırakmasın.” diye dua ederlermiş. Çünkü insan olana dert lazım. Derdi olmayana insan mı denir? O yüzden aşk derdinden kurtulması için babası tarafından Kabe’ye götürülen Mecnun şöyle dua eder:
Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni
Bir dem bela-yı aşktan etme cüdâ beni
(Ey rabbim beni aşk belası ile aşina kıl. Bir an bile beni bu aşk belasından ayırma.)
Şöyle dediğinizi duyar gibiyim: “ İyi de senin anlattığın ilahi aşk kardeşim! Bizi aşar!”  O zaman ben de şunu söyleyeyim: Yaratılanı sevemezseniz yaratanı hiç sevemezsiniz.Edirneli Emrî’nin beyitiyle bitirelim yazıyı:
Sûfî mecaz anladı yâre muhabbetim
Âlemde kimse bilmedi gitti hakîkatim

DİL&ANLAT - Şubat/Mart - 2016


25 Kasım 2015 Çarşamba

İNSAN UMUTTUR...

“Ağlamadan
dillerim dolaşmadan 
yumruğum çözülmeden gecenin karsısında 
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı 
üzerime yüreğimden başka muska takmadan 
konuşmak istiyorum.” (İsmet Özel)
Her yazıya başlarken gelip zihnime takılan bu mısralarla başlamak istedim bu sefer. Ama başladığım hiçbir  yazıda yazmak istediklerimin hepsini yazamadım. Bazen muhataplarımı düşünmem, bazen de yüreğimin aklımı ele geçirmesi sebebiyle kelimelerim zincirlenip kaldı zihnimde. O yüzden yazdıklarım düşündüklerimin küçük bir parçası oldu çoğu zaman.
Bu yazının konusu benim mesleğim. Ve ben kendimle ilgili konuşmaktan çok hoşlanmam. Kendimi anlatırken kendime karşı dürüst olabilirim ama size bu dürüstlüğün ne kadarını yansıtırım bilemiyorum. Hoşunuza gitmeyecek şeyleri yazarsam okumaya devam eder misiniz? Haklı olabileceğimi düşünür müsünüz? Yoksa yüzünüzü buruşturup dergiyi bir kenara mı bırakırsınız? Ne beklersiniz benden? Nasıl bir yazı yazmamı istersiniz? Dürüstçe ne düşündüğümü duymak ister misiniz? Yoksa yıllardır dilinize doladığınız, kulaklarınıza çalınıp duran ezberleri mi duymak istersiniz benden?
****
Modern dünyada hiçbir şeyi hakkıyla düşünmeye vaktimiz yok. Her şeyi geçiştirmek zorundayız. Çünkü acele yaşıyoruz. Yetişmek zorunda olduğumuz o kadar çok şey var ki düşünmeden hareket etmek zorundayız. Düşünmek vakit kaybıdır modern insan için. “Düşünme,/ Arzu et sade!/ Bak, böcekler de öyle yapıyor.” demiş Orhan Veli. Sanırım modern insanın yapması gereken de bu. Belki biz de bir sabah Gregor Samsa gibi büyük bir böcek olarak uyanabiliriz.
Herkes için bir gününüz olursa onları çokça düşünmenize gerek yoktur. Doktorlar için bir gün, hemşireler için bir gün, polisler için bir gün, öğretmenler için bir gün; anneler için bir gün, babalar için bir gün, çocuklar için bir gün, yaşlılar için bir gün; hasta hakları için bir gün, çocuk hakları için bir gün, insan hakları için bir gün vb. Arka arkaya sıralanınca ne kadar da düşünceli bir topluluk olduğumuz düşünülebilir. Herkesi düşünecek bir günümüz vardır, ama  yukarıda bir kısmını saydığım hiçbir topluluk bir güne sıkıştırılacak  kadar değersiz değildir. Her biri için uzun uzun değerlendirmeler yapılabilir, ama biz öğretmenlere dönelim isterseniz.
Bir bilgeye, “Öğrencilerinize dua etmeyi öğretiyor musunuz?” diye sormuşlar. O da şöyle cevap vermiş: “ Ben onlara dua  etmeyi değil, bir dua gibi yaşamayı öğretiyorum.” Anlatmak istediğim de tam da bu işte. İnsanlara öğretmenliğin faziletlerini ezberletip durmak değildir doğru olan. Asıl yapılması gereken bu mesleğe itibarını iade edecek bir yaşama dönülmesidir. Öğretmene verilen değer çocuklarımıza verilen değerin de göstergesidir, geleceğimize verilen değerin göstergesidir. Çocuklarınızı, geleceğinizi bu kadar düşünürken onlara yol gösterecek olanlara sadece bir gün itibarlarını iade etmek  ne kadar doğrudur? Sorunun cevabını size bırakıyorum.
Aslında bu konuda bizim de sorumluluklarımızın olduğu bir gerçek. Yıllar boyunca yetiştirdiğimiz öğrencilerimiz bize gereken saygı ve sevgiyi göstermiyorsa şapkayı önümüze koymamız gerekir. Bu itibarın kaybedilmesindeki payımızı unutmamamız gerekir.
Bir harfe kırk yıl köle olunduğu, hocanın atının ayağından sıçrayan çamurun şeref sayıldığı, sınıftaki yerinin cumhurbaşkanından önce sayıldığı bir anlayıştan bu güne nasıl geldiğimizin adamakıllı sorgulanması gerekir. Neyi yanlış yapıyoruz ki öğretmene  mesleğinin hak ettiği saygıyı ve itibarı kazandıramıyoruz.
***
Çok karamsar olduğum düşünülmesin. Bunları söylüyor oluşum bile düzeleceğine olan inancımdandır. İnsan umuttur çünkü. Bizi güzel günlere götürecek küçük küçük güzellikleri görmüyor değilim. O küçük ama değerli adımların bizi yeni bir dünyaya taşıyacağına bütün olumsuzluklara rağmen inanıyorum. Çünkü hayatı değiştiren şeylerin küçük şeyler olduğunu biliyorum.
Biz çocuklarımıza daha güzel bir dünyaya olan inancımızı aşılayabilirsek değişecek bu dünya. Öfkemizi dindirirsek barışın bizi kollarına alacağına inandırabilirsek çocuklarımızı, değişecek bu dünya. Her şeye sahip olarak değil, paylaşarak dünyanın daha huzurlu bir yer olacağına ikna edebilirsek onları, değişecek bu dünya. Asıl mücadele etmeleri gerekenin başkaları değil kendileri olduğuna inandırabilirsek onları, bu dünya değişecek. Onları birbirleriyle yarışan birer yarış atı  olarak görmekten vazgeçersek değişecek bu dünya. Biz değişirsek dünya değişecek.
Görevini hakkıyla yapan; yeni, güzel bir gelecek kurma hayalini kuran; umudunu kaybetmemiş, mesleğinin onurunu her şeyin üstünde tutan; insana ve onun değişebileceğine inanan; aklıyla ve kalbiyle kendini işine veren; öğrencilerini iş olarak değil de geleceği kuracağı birer emanet olarak gören tüm öğretmenlerimin bu günü  ve tüm günleri kutlu olsun. Allah bu öğretmenlerimin yar ve yardımcısı olsun.

DİL&ANLAT - KASIM 2015 - 20. Sayı


19 Ekim 2015 Pazartesi

ŞİKÂYET Mİ? HAYIR...

Sadece son sınıf öğrencilerinin yazılarının olacağı bir dergi çıkarma teklifi ile geldiğinde Nilay, öğrenciler yazı yazarlarsa seve seve onlar için bir dergi çıkarabileceğimizi söyledim. Ama uyarmadan da edemedim: “İşin çok zor.” Son sınıf öğrencilerine duyuru yapıp yanıma gelişini hatırlıyorum Nilay’ın: “Hocam, kırkın üzerinde öğrenci yazı yazacağını söyledi.” Yazıları toplaması için ona iki ay süre verdim; bana mayıs ayında teslim etmesini, en geç mayısın ortasında yazıları bana getirmesini söyledim. Hülasa yazılar bana haziran ayında geldi. Bana gelenler on yazı bir şiir. Kırkın üzerinde öğrenciden sadece on biri yazı verebilmişti Nilay’a.
Bu duruma şaşırdığımı söyleyemem. Her yıl son sınıf öğrencilerinin bir şeyler yapmayı isteyip de üniversiteye hazırlığın bütün dünyalarını kaplamış/karartmış olmasından yapamadıklarını biliyordum. Bu sene de farklı bir durum olmayacaktı. Ama aslında beklediğimden daha fazla yazının çıktığını söyleyebilirim. Ben en fazla beş yazı bekliyordum. On bir yazı gerçekten iyi. Bu on bir eseri ders içinde on ikinci sınıflara yazdırdığım şiirlerle destekleyerek bu sayıyı meydana getirdik.
Evet, bu sayıda sadece 12. sınıfların yazı ve şiirleri var. Onlar okula veda ederken geride son bir iz daha bırakmak istediler. Biz de dergimizin bu sayısını onlara ayırdık. Gönlüm istedi ki çok fazla öğrencimiz okuldan ayrılırken duygularını ve düşüncelerini ifade etsin. Ama içinde bulundukları şartlar gereği çok azının bunu ifade etmesi hüzün verici.
Dört yıl boyunca iyi niyetle emek verdiğiniz öğrencilerinizin öğretmenleriyle ilgili, okullarıyla ilgili neler düşündükleri önemli. Gerçekten ne düşündüklerini açık yüreklilikle ifade edebilseler de biz de sonraki yıllarda eğitim-öğretim anlayışlarımızı bu doğrultuda yeniden gözden geçirebilsek. Okulu yapay bir alan olmaktan kurtarıp gerçek bir yaşam alanına dönüştürebilsek.
Önümüze konulan hedeflerin bir çoğumuzu güzel şeyler yapmaktan alıkoyduğunu da biliyorum. Bu dergide  şu anda yüz civarında yazı yoksa bunun en önemli sebebinin bu hedefler olduğunu söyleyebilirim. Bunu söyleyince bir kısım öğretmen, veli, öğrencinin “Ne yani, üniversite çalışmalarını bırakıp yazı yazmakla mı uğraşsınlar?” şeklindeki itirazları da insanların duygu ve düşüncelerini yazılı olarak doğru ve güzel bir şekilde ifade etmelerinin önemine yapılan düzeysiz itirazlardan biridir. Bir öğrencinin üniversiteye hazırlanıyor oluşu onun kitap okumasına, yazı yazmasına engel olacak bir şey değildir. Ama bunu anlatamıyoruz. Çünkü okumanın ve yazmanın zaman kaybı olarak algılandığı ve algılatıldığı bir süreçten geçen çocuklar, aileler hatta öğretmenlerin bir kısmı bunu anlama becerisini gösteremiyorlar. Bu da çok doğal. Doğal ama aynı insanlar iş hayatına atıldıklarında sorunlu birer birey olarak hepimizin hayatını etkiliyorlar. İletişim kurmasını bilmeyen bir doktor canımızı daha çok acıtıyor. Çocuklarla empati kuramayan bir öğretmen daha incitici oluyor. Hukukçu olarak mesleğine başlayan bir avukat dilekçe yazmasını beceremiyor. Belirli koltukları hasbelkader işgal eden bir yönetici insanların karşısında iki kelam edemiyor. Sonra dönüp okulu ve eğitim sistemini suçlamayı çok iyi biliyoruz ama.
Fark yaratmak istiyorsanız şartlarınızı zorlamalısınız. Hiçbir zaman şartlarınız dört dörtlük olmayacak. Unutmayın fark yaratmak için bazen bütün çevrenizle mücadele etmeniz gerekebilir. Kimse size anlama ve anlatma becerisini bir anda kazandıramaz. Oysa öğrencilerimizin bir kısmı paragraf soruları çözerek bunu halledebileceğini düşünüyor. Dilbilgisi soruları çözerek dili kullanma becerisini geliştireceğini sanıyor. Anlatım bozukluğu sorularıyla dilindeki pürüzleri gidereceğini sanıyor. Ya da aslında bunların hiç birini önemsemiyor. Düşünmek, akletmek gibi melekelerin hayatına nüfuz etmesini hiç istemiyor. Çünkü onun adına düşünen anneleri, babaları, abileri, ablaları, öğretmenleri, okulları, yöneticileri var nasılsa. Ne gerek var gözlerinizi, elinizi yormaya; kafa patlatmaya. Ne gerek var fark yaratmaya. Ortaya koyduğunuz ürünler de bir sorun olarak algılanıyorsa, yaptığınız her yenilik itirazlara hedef oluyorsa, her ayağa kalkışınızda bir el omuzlarınızdan aşağı bastırıyorsa, her yeni düşünceniz “icat çıkarma” denilerek aşağılanıyorsa ne gerek var sıkıntıya. Hiçbir şey bilmeden, hiçbir şey okumadan, hiçbir şeyi düşünmeden mutlu mesut yaşamak varken; niye okuyarak, yazarak, düşünerek ve gittikçe yalnızlaşarak yaşamayı seçelim ki. Bu kadar da  abartma mı dediniz. Bırakın abartmayı az bile söyledim. Bakın şöyle etrafınıza,  söylediğimden daha fazlasını göreceksiniz.
Şikayet etmek değil derdim. Sadece bir durum tespiti yapmaya çalışıyorum. Okumanın ve yazmanın değersizleştirildiği bir zamanda, okuyan ve yazanların emeklerinin karşılığını alamadıkları bir zamanda bizim öğrencilerimizin yazı yazmaktan uzak durmalarını anladığımı ifade etmektir derdim. Onları anlıyor olmam onların haklı olduklarını göstermez. Onlara empatiyle yaklaşıyorum ama sempati duymuyorum.
Bu durumun değişmesi için dergi çıkarıyoruz. Duygularını ve düşüncelerini ifade edebilecekleri fırsatlar sunuyoruz onlara. Farklılıklarını sergileyebilsinler istiyoruz. Ama bu farkı ortaya koyan öğrencilerim takdir görüyorlar mı? Hayır. Kendilerine bu emeklerinden dolayı teşekkür ediliyor mu? Hayır. “İltifat görmeyen mal zayii olur.” İltifat edin ki düşünmenin, yazmanın, üretmenin değerli bir şey olduğunu çokça anlasınlar.
Son olarak dört yılın üç yılında birlikte dergiler çıkardığımız öğrencilerim, kızlarım; Nilay, Bengi ve İrem sizinle çalışmak güzeldi. Emekleriniz için teşekkürler, bu kadar çok sayıda dergi çıkarabildikse sizin katkılarınızla. Ben sizlere plaket veremeyeceğim ama  çıkardığımız her bir dergiyi birer plaket olarak saklayacağınıza eminim. Her biri birbirinden değerli çok güzel nişan’lardır onlar. Gururla taşıyabilirsiniz. Okumaya, düşünmeye, yazmaya devam. Daha nice nişan’larınız olacak. Allah’a emanet olun.

DİL&ANLAT - HAZİRAN 2015- 19. SAYI


20 Mart 2015 Cuma

ÇOCUKLAR KİRLENMESİN

Kimi için uzun , kimi için kısa bir hikâye ömür dediğimiz. Bitmek bilmeyen çilelerle dolu bir ömür uzun, bitmesini istemediğin güzelliklerle dolu bir ömür kısa. 
Acılar kuşatmışsa hayatınızı yaşadığınız her bir dakika bir asır kadar uzun gelir, ölüm ne çok arzulanan bir dosttur o zaman. Acıları tedavi eden bir ilaç, acıları sonlandıracak bir doktor, zindan karanlıklarından aydınlığa açılan bir kapı, gelmesi için dualar edilen bir sevgili, gülümseyerek gelen bir melektir ölüm.
Güzelliklerle doluysa etrafınız, yaşam her dakikasında yeni bir mutluluk taşıyorsa önünüze ve yaşadığınız dışında bir gerçek tanımıyorsanız ölüm korkulandır. Mutluluklarınızı sonlandıracak, gelmesi istenmeyen bir yabancıdır ölüm. Sağlığınıza son verecek bir maraz, size dayanılmaz acılar getirecek bir zehir, sizden uzak olmasını istediğiniz bir düşman, hep kaçmak istediğiniz ama hiçbir zaman kurtulamadığınız elinde tırpanla sizi kovalayan korkunç bir zebanidir ölüm.
Ya da bunların hiçbirisi değildir ölüm. Ölüm sadece ölümdür. Manilius’un deyimiyle, “Doğumla ölüm başlar; son günümüz ilkin sonucudur.” Ne onu çok arzuluyor oluşunuz ne de köşe bucak kaçıyor oluşunuz sizi bekleyen sonu değiştirmez. Er ya da geç sizi bulacak bir sondan korkuyor olmak ya da onu arzuluyor olmak yaşama bir ihanettir. Ölümü anlamlı kılan şey her durumda yaşamın kendisidir. Yaşamın değerini bilmeyen, ölümün de değerini bilmeyecektir. Yaşarken aynı zamanda ölüyoruz. Bunu bilerek yaşamaktır aslolan.
Ne garip varlıklarız. Sahip olduklarımıza yeryüzünde hiçbir canlı sahip değil. Bütün bir yeryüzünü hatta gökyüzünü bize aitmiş gibi kullanıyoruz. Bizim dışımızdaki varlıkların yaşam alanlarını hoyratça işgal ediyoruz ama yine de sığamıyoruz koskoca dünyaya. Gün gelecek bir metrekarelik bir toprak parçasında çürüyüp sığamadığımız dünyaya karışacağız. Yaşarken doymayan gözümüzü bir avuç toprak doyuracak. O zaman neden bu hırs, bu kendini bilmezlik.
Ne kadar istersen iste hiçbir şeye sahip olamazsın. Her şey  gerçek sahibinindir. Siz emanetçisi olduğunuz  şeylere neden bu kadar da sahiplenirsiniz ki, onları gerçek sahibine hiç iade etmeyecekmişçesine açgözlülükle yaşamak niye? Çıplak geldiğimiz bu dünyadan yine çıplak gideceğiz. Gerisi bedeni ve ruhu yoran, hırpalayan, acıyla dolduran birer yükten başka nedir ki, dağların yüklenmekten korktuğu ve bizim talip olduğumuz yükten başka? Bu yükü taşımak kaderimiz ama yükümüze bu kadar bağlanmak kaderimiz değil. Yükümüzü bize emanet edene ihanet etmeden taşımak ve asıl sahibine teslim edeceğimizi ve ona teslim olacağımızı ve sorumluluklarımızdan hesaba çekileceğimizi unutmamak gerekir. Hesabı kolay verenler emanete hıyanet etmeyenler olacaktır.
Çocukken hiçbir şeyimizin olmadığı bilirdik. Sahip olmadıklarımızın derdini de taşımazdık sırtımızda. Büyüdük, biz büyürken büyüklerimiz önümüze bir gelecek kaygısı koydu. Güzel bir gelecek için bir şeylere sahip olmamız gerektiğini öğrettiler bize. (Şimdi biz öğretiyoruz çocuklarımıza.) Daha çok mutluluk için daha çok şeye sahip olmamız gerektiğini öğrettiler. Sahip oldukça mutlu olacağımızı sandık. Oysa sahip olduğumuz her şey mutluluğumuzdan eksiltti. Bunu çok geç anladık. Anladığımızda çocukluğumuzun o masumiyetini kaybetmiştik, kirlenmiştik, her tarafımız dünyaya bulanmıştı. Keşkeler kaplamaya başlamıştı hayatımızı. Keşke tekrar çocuk olabilseydik, keşke yeniden yaşayabilseydik yaşadıklarımızı, keşke çocukluğumuzun tadını çıkarabilseydik. Hiçbir şeyimizin olmadığı ama her şeyin  de bizim için olduğu o güzel anlara dönebilseydik. Hesapsızca sevebildiğimiz, ağlayabildiğimiz  o güzel günlere dönebilseydik. Büyüdük ve kirlendik. Keşke kirlenmeden büyüyebilmeyi becerebilseydik. 
Dünyayı kirlettikçe kendi yaşamımızı da kirlettiğimizi, ruhumuzu da kirlettiğimizi anlayabildik mi? Pek sanmıyorum. Dünya ve insan aynı hızla - hatta belki daha da hızlı - kirleniyor. Biz bu kirlenmeyi görmeden, hakikate gözlerimizi kapatarak  mutlu  yaşayamayacağımızı anlamamız ve kendi ruhumuzdan başlayarak bir temizliğe başlamamız gerekiyor.
Tekrar çocuk olamayız, yaşanmış olanları yok farz edemeyiz, zamanı geri alamayız ama çocuklarımızın aynı kirlenmeyi yaşamaması için mücadele edebiliriz. Onlara güzel bir yaşam sunmanın doğru yollarını bulabiliriz. Mutluluğun sahip olduklarının artmasıyla değil, aksine sahip olduklarını paylaşmasıyla artacağını öğretebiliriz mesela. Şimdi belki de “Biz zaten öğretiyoruz.” diyeceksiniz. O zaman neden hala kendi çıkarları için bütün dünyayı ateşe verecek insanlarla dolu dünyamız, birbirinin kuyusunu kazan, sırf daha çok kazanabilmek için binlerce insanın sağlığı ve hayatıyla oynayan insanlar var aramızda?
“Haram-Helal” sınırlarını tanımıyorsanız, yapamayacağınız şey yoktur. Sınırlarınızı bilmezseniz sınırsız davranmaya başlarsınız. Başkalarının sınırına tecavüz etmeye başlayan birinin  mutlu olmak adına bunu yaptığını söylemesi ne kadar da mantıksızdır. Sizin mutluluğunuz başkalarını mutsuz ederse bunun bedeli çok ağır olacaktır. Hem yaşarken hem ölüm sonrasında bir bedel ödemeye hazır olmanız gerekir. Sınırlarınızı bilmezseniz bir gün size sınırlarınızın hatırlatılacağını ve bunun hesabının sorulacağını bilerek yaşamak  en doğrusudur.
Hiç hesap vermeyeceğini düşünen bir varlık olursa insan, açgözlülüğü ile etrafındaki herkese ama herkese zulmeden birine rahatlıkla dönüşebilir. Güçlü olmak ile haklı olmayı birbirine karıştırabilir. Vahşi bir yaşama dönmeyi kim arzular ki? Güçlünün zalimleştiği bir dünyayı kim ister ki? Hiç kimse. Ama hepimiz rahatlıkla bir zalime de dönüşebiliriz. Hakkın yanında durmazsak, çıkar peşinde koşarken adaleti ihmal edersek, daha fazla kazanmak uğruna her şeyi mübah görürsek, gücümüzün şehvetine kapılırsak rahatlıkla  zalimleşebiliriz.
Çocuklarımıza güzel bir dünya için, kendi huzurumuz için yanlışların altını çizip doğruları yerine ikame etmemiz gerekiyor. Zalimin değil mazlumun yanında duran, güçlüyü değil haklıyı tutan, çok şeye sahip olmak için etrafındakileri kırıp geçiren değil, sahip olduklarını başkalarıyla paylaşan güzel bir nesil için çabalayalım. Kendi günahlarımızı çocuklarımızın da sırtına yüklemeyelim. Onların bizim gibi kirlenmemeleri için ne gerekiyorsa yapalım. Yaşamanın ne demek olduğunu bilen ve bunun hakkını veren bir nesil için yeni şeyler söyleyelim artık...


Alparslan YILMAZ
DİL&ANLAT - Şubat 2015 - 18. Sayı

22 Aralık 2014 Pazartesi

İNSAN OLDUĞUNU HATIRLA

Söze Eyvah Necdet gibi başlamak mı lazım acaba, “Sen Vahşi doğada yaşayan ceylanları bilir misin?” diye. Yılmaz Erdoğan’ın “Bir Demet Tiyatro”sundaki unutulmaz karakterlerden biridir Eyvah Necdet; hayvanlar alemini çok iyi bilir ve vereceği her mesajdan önce hayvanlar aleminden bir şey anlatarak mesajını verirdi. Öğrenciler derginin bu sayısının konusunu önerdiklerinde Eyvah Necdet ve Darwin’in “Doğal Seçilim Teorisi” aynı anda hücum etti zihnime.
Eyvah Necdet’in bu konuda bir mesaj vermek için hayvanlar aleminden bir örneği olurdu muhakkak. Sakat bir ceylanın yaşamak için hiçbir sansının olmayacağını anlatan bir hikayesi ya da yeterince hızlı olmayan bir aslanın açlıktan ölmekten başka bir seçeneğinin olmadığını anlatan bir misali.
Darwin’in “Doğal Seçilim”i çerçevesinden bakarsanız sakat bir ceylanın veya aslanın yaşaması imkansızdır: Güçlüler hayatta kalır, zayıf olanlar yok olup giderler.
Hayvanlar alemi üzerinden konuya giriş yapmak çok hoş durmasa da yaşadığımız insanlar aleminin de en az hayvanlar alemi kadar vahşi, hatta daha da vahşi olduğunu söyleyebiliriz.  Hayvanlar hazır olarak buldukları bir doğada yaşam mücadelesi verirler. Yaşadıkları doğal çevrenin şartlarına uyum sağlayanların yaşama şansı, uyum sağlayamayanlara göre daha yüksektir. Hayvanların yaşadıkları doğal ortamı değiştirmek gibi yetenekleri yoktur. Onlar doğaya uyum sağlarlar, doğayı kendilerine uydurmaya çalışmazlar.  Oysa insan öyle mi? İnsan, özellikle sanayileşme ile birlikte, doğayla mücadele eden ona karşı galibiyetini ilan eden bir varlık. Doğayı kendine uydurmaya çalışan bir varlık.
Göçebelikten yerleşik hayata geçen insan, şehirler kurdu yaşamak için ve bu şehirleri değişen ihtiyaçları doğrultusunda yeniden, yeniden imar etti. Önüne çıkan her şeyi yıktı  ve sadece daha güçlü daha gösterişli bir yaşam kurmak adına zayıfa yaşam hakkı tanımadı; güçlü olanların ayakta kaldığı, zayıfların yok olmaya mahkum oldukları bir dünya kurmaya çalıştı. Hep daha güçlü olmayı arzulayan ve bu uğurda her şeyi göze alan insan, sosyal hayatı vahşi bir yaşam alanına dönüştürdü. Bunun adı Sosyal Darwinizm’dir ya da diğer bir deyişle vahşi kapitalizm. Bütün bunları daha mutlu bir dünya kurmak adına yapan insan mutsuzluktan başka bir şey sunamadı hemcinslerine. Bilmeden kendi tuzağını kurdu.
İnsanın kurduğu bu  vahşi yaşamın içinde zayıflara yer  yoktur.  Şehirleriniz, caddeleriniz, sokaklarınız, yollarınız, kaldırımlarınız, binalarınız  hep güçlüler içindir. Yasalarınız, yönetmelikleriniz, kurallarınız hep güçlü olanı gözetir, güçlünün yanındadır. Gerçek budur. Ama söylem, hakikatin gizlendiği, hayallerin ifade edildiği bir sahtelikten başka bir şey değildir.
Bir tercihte bulunmak vakti artık erteleyemeyiz. Ya artık makyajı akmış sahtekarlığımızı devam ettirip daha da vahşileşeceğiz ya da  gerçeğin farkına varıp, vahşi bir hayvan değil de insan olduğumuzun farkına vararak bütün yaşamımızı yeniden düzenleyeceğiz . Bir tercih zamanı....
Özel günlerde o günün sahiplerine hayallerimizi ve arzularımızı ifade eden birkaç nutukla vicdanımızı rahatlatmaya çalışıyoruz. Ama artık öylesine görünür hale geldi ki sorunlar bu nutuklar ya da  göstermelik sosyal projeler vicdanımızı rahatlatmıyor. Bakış açımızı değiştirmek zorundayız. Hayallerden sıyrılıp gerçeği görmek ve insanlığımızı hatırlamak zorundayız. Çünkü  modern hayat şehirleri bazılarımız için daha da yaşanılamaz hale getirdi. Ya sahtekarca davranmaya devam edip sosyal proje adı altında sorunları geçiştirmeye devam edeceğiz ya da gerçeğin üzerindeki hayal perdesini yırtıp gerçek çözümler üreteceğiz. Yanlış anlaşılmak istemem sosyal projelerin farkındalık yaratmak adına önemli olduğunu, ama sadece bu projelere sıkıştırılmış anlayışların sorunların çözümü için yeterli olmayacağını düşünüyorum. Bu projelerin vicdanlarımıza pansuman vazifesi görmekten başka işlere de yaraması lazım artık. Toplumun ve toplumun önderlerinin gerçekten işe yarar, gerçek yaşama dönük bir takım adımlar atmasının vakti geldi de geçiyor. Bir şey yapılacaksa şimdi yapılmalıdır, yapılması gerekenler belirsiz bir geleceğe ertelenmemelidir.
Hepimizin çok güzel temennileri var. Herkese haklarının verildiği, herkesin rahatça yaşadığı, uçan kuşun bile mutlu olduğu bir memleket istiyoruz hepimiz. Ama bu gerçekleştirmenin yöntemini henüz keşfedebilmiş değiliz. Bütün işlerimizde olduğu gibi yöntemsizlik en büyük problemlerimizden birisi. İstediklerimizi hayata nasıl geçireceğimizle ilgili bir yönteme sahip değiliz. Filibeli Ahmet Hilmi’nin diliyle söylersek “...birçok güzel temennisi bulunan, fakat yöntem ve hedeften mahrum bir toplum, hastadır...” 
Yazı boyunca derginin konusunu ifade etmedim, çünkü “ENGELLİ” ifadesinin bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Ellerini, ayaklarını, gözlerini, kulaklarını ya da başka herhangi bir uzvunu bizim gibi kullanamayan insanların eksik, kusurlu, acınacak insanlar olarak görülmelerini doğru bulmuyorum. Tam aksine onlara kusurlu gözüyle bakanın asıl kusurlu, asıl engelli olduğunu düşünüyorum.
Asıl acınacak olanlar; kanunları yaparken, binaları dikerken, caddeleri, kaldırımları, parkları düzenlerken bütün insanları düşünmeyenlerdir. Açıkça söylemek gerekir ki bunları düşünmeyenler  “ENGELLİLER(!)”i hayatın içinde görmek istemeyenlerdir aynı zamanda. “Evlerinde otursunlar, sokağa çıkmasınlar, alışveriş yapmasınlar, caddeleri kaldırımları kullanmasınlar, okullara gelmesinler kısaca hayatın içinde görünmesinler.” diyenlerdir onlar. Sokakta gördükleri her bir engelli onlara sahtekarlıklarını hatırlatıyor çünkü.
Yaşamak onların da hakkı ve biz yanlışlarımızla onların yaşam hakkına tecavüz ediyoruz. Empati kurmak için iyi niyetle söylenen “Biz de bir gün sakat kalabiliriz.” ifadesini de artık terk etmemiz gerekiyor. Çünkü birilerine haklarını teslim etmek için onlar gibi olmamıza gerek yoktur. Bakış açımızı ne olur artık değiştirelim bu dünyada onların da yaşamaya hakları olduğunu bilip bütün kurallarımızı ve çevremizi yeniden düzenleyelim.
Vahşi bir yaratık değil insan olduğumuzu hatırlayalım.  Güzel bir yaşam herkesin hakkı.  Artık sosyal projelere sıkışıp kalmayalım; bütün sosyal hayatı birlikte yaşamak için yeniden kuralım. Vicdanımız ancak o zaman huzur bulacaktır.

DİL&ANLAT 
ARALIK 2014
SAYI 17


9 Haziran 2014 Pazartesi

ÖNCE BİZ ARINALIM

Her birimiz kendimizi evrenin merkezi olarak görürüz. Dünyayı ve tüm insanları o merkezden görür, anlar ve yorumlarız. 
Her şey bizimle başlıyor, bizimle bitiyor her şey sanki. Bizden önce hiç kimse yoktu, bizden önce hiçbir şey yaşanmamıştı.  Bütün güzellikler bizimdir , bütün çirkinlikler bizim dışımızdadır. Bütün güzellikler bizim çağımızda yaşandı, yaşam en güzel şarkısını bizim için söyledi. Bizden öncekiler karanlık ve bizden sonrakiler çirkinlik. En güzel bizdik ve bizim güzelliğimize laf edecek olanın alnını karışlardık. Başka nesillerin güzelliklerini göremeyecek kadar kör, duyamayacak kadar sağır, anlamayacak kadar insafsızdık.
Büyüklerimiz yanlışların içinde debelenmiş, çağdışı kalmış, gerici ve yobaz. Biz modern, ışıltılı, aydınlık insanlardık. Çocuklarımız, modern dünyanın yanlışları. Çağın bütün hastalıklarını kapmış, bizim aydınlığımızı karartan birer hataya dönüşmüştü. Nerede hata yaptık? Oysa biz ne güzeldik.
Kendimizi, kendi çağımızı, kendi çocukluk ve gençliğimizi öylesine kutsallaştırdık ki yanlışlarımızı görme, özeleştiri yapma erdemini kaybettik.
Özeleştiri yeteneği gelişmemiş olanların başkalarını, kendinden öncekileri ve sonrakileri, eleştirmesi doğal. Sürekli başkalarını eleştirenler kendi hayatlarına karşı körleşecektir. İnsan önce kendinden başlamalı eleştirmeye. Çuvaldızı eline almadan iğneyi kendinde denemeli önce. Oysa herkes eline bir çuvaldız almış batıracak birilerini arıyor. Kim çıkarsa karşısına ona batırıyor. Büyük küçük fark etmez, kim çıkarsa karşısına acımadan ve düşünmeden batırıyor çuvaldızı.
Eleştireceğimiz ne çok şey var etrafımızda. Bizim dışımızda her şey kusurlu. Bizden öncekileri beğenmedik. Onların kurduğu dünyada yaşamak zordu. Biz yeni bir dünya kurduk kendimize göre olduğunu düşündüğümüz. Ama bizim kurduğumuz dünyaya gözlerini açan ve bu dünyada yetişen çocuklarımız hiç de bizim istediğimiz gibi olmadılar. Şimdi onlar kendi dünyalarını kuruyorlar bize inat, bizimle çatışarak. Kendimizi fazlasıyla yabancı hissetmeye başladığımız bir dünyanın tohumlarını atarken onlar, biz eleştirdiğimiz büyüklerin durumuna düşmenin sıkıntısını yaşıyoruz. Ama bunu da tam olarak fark ettiğimiz söylenemez.
“Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelerimizle artık bulunduğumuz zamanı anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımızı da göstermiş oluyoruz. Zaman bizim zamanımız olmaktan çıkmış. Zamanı kaçırmışız farkında olmadan. Tekrar yakalayabilmenin imkanlarını arayanlar olduğu gibi, bundan tamamen vazgeçmiş olanlarımız da var.
“Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelerimizin çocuklarımızda istediğimiz etkiyi yaratmadığını ne zaman anlayacağız. Onları bizim zamanımız değil kendi yaşadıkları zaman ilgilendiriyor.  Bizim hikâyelerimiz onları bizi etkilediği gibi etkilemiyor, gülüp geçiyorlar  bize. Onların hatalarını düzeltmek adına giriştiğimiz bu öğüt verme çabalarımızı anlamıyorlar. Anlamıyorlar çünkü biz de tam olarak ne istediğimizi bilmiyoruz.
Onların yaşadığı dünyayı biz kurduk; yaşadıkları evleri biz inşa ettik; ağaçları, yeşil alanları biz ortadan kaldırdık; onların odalarına bilgisayarları biz koyduk; ellerine son model akıllı telefonları biz verdik; bir dediğini iki etmedik. Şimdi şikâyet ediyoruz çocuğumuz sokağa çıkmıyor diye; ağacı, yeşili bilmiyor diye; bilgisayardan başını kaldırmıyor diye; binlerce liralık oyuncağını elinden düşürmüyor diye; isteklerini karşılayamıyoruz diye.
Şikâyet etmeye hakkımız yok. Onlar bizim kurduğumuz dünyanın bunalımlarını yaşıyorlar ve bu dünyada kendilerine yaşam alanları açmaya çalışıyorlar. Bundan memnun olmayabiliriz, hatalar yapıyor olabilirler; ama bu hataları düzeltmenin yolu onlara “Bizim zamanımızda…” diye başlayan hikâyeler anlatmak değildir.  Onlara hatalarını nasıl düzelteceklerini kendi yaşamımızdan örneklerle gösteremiyorsak, onlara öğüt vermekle bir yere varamayız. Çünkü önemli olan söylediklerimiz değil yaptıklarımızdır onların gözünde. Neye inandığımız değil inandıklarımızın hayatımıza nasıl yansıdığı önemlidir.
Başkalarına saygı duymayan, başkalarını sevmeyi beceremeyen birinin çocuklarına saygı ve sevgi sözcükleriyle süslediği bir öğüt vermesinden daha aptalca bir şey olamaz.  Kalbi temiz olmayanın kalbi temiz çocuklar yetiştirmesi mümkün müdür? Önce kendi kalbimizi temiz tutalım. Çünkü her şey oradan başlıyor. Kalbi kararan adam önce kendini, sonra etrafındakileri, sonra dünyayı, sonra da geleceğimizi karartıyor.
Önce biz arınalım; bizimle birlikte arınacaktır her şey.


TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2014 - 20. SAYI