18 Kasım 2013 Pazartesi

ZİHNİYET DEVRİMİ

Öğrencilerimizin okul sevgisini anlamak maksadıyla gerçekleştirdiğimiz ankette onlara iki soru sorduk. Birinci soru genel anlamıyla okulu sevip sevmedikleriyle ilgili, ikinci soru ise kendi okullarını sevip sevmedikleri ile ilgiliydi. Bu anketin sonuçlarını hiç de şaşırtıcı bulmadığımı itiraf etmeliyim. Öğrenciyken böyle bir ankete katılmadım ama bana da bu sorular yöneltilmiş olsaydı ben de öğrencilerimizin çoğunluğunun vermiş olduğu cevabı verirdim herhalde.
Öğrenciyken sistemin kriterleri doğrultusunda başarılı bir öğrenci olduğumu söyleyebilirim ama okulu seviyor muydum? Hayır. Seviyorum dediğim şeyler; arkadaşlarım, bazı öğretmenlerim, bazı derslerdi. Okulun önemsediğimizi zannettiği şeyleri aslında önemli bulmazdık, bizim için zorunlu olan şeylerdi. Okul da zorunluluktu, zamanla önemini anlasak da içindeyken  sadece zorunlu olduğumuz için geldiğimiz bir yerdi. Eğitim almanın daha eğlenceli ve ilginç bir başka yolu olsaydı onu tercih ederdik.  Ama ne yazık ki yoktu ve biz de gönülsüz bir biçimde zorunlu olarak giderdik okula.  O günlerden bu güne çok şey değişti. Okullar, öğretmenler , bir ölçüde de olsa eğitim anlayışlarımız değişti. Ama hâlâ öğrencilerimiz okullarını pek fazla sevmiyorlar.
Öğrencilerimizin (öğretmenler de) çoğu okuldansa dışarıda olmayı tercih ediyor; tatillerin daha çok olmasını istiyor. Çünkü okul dışındaki dünya daha renkli ve ilgi çekici. Okul çok sıkıcı onlar için. Haksız olduklarını söyleyebilir misiniz? Bu yazıyı, okullarımızın aslında hiç de öğrencilerin düşündüğü gibi sıkıcı olmadığını, aslında çok renkli ve güzel yerler olduğunu iddia ederek, hamasi bir yazı olarak da tasarlayabilirdim; ama ne kadar inandırıcı olabilirdim ki. Ama okul dediğimiz yerler için şunları söylüyor olsaydık, ben bu yazıya daha farklı başlayabilirdim:
· Günde 4 saat ders işleniyor. Günlük ders saatleri kısa olmasına rağmen oldukça etkin bir biçimde değerlendiriliyor.
· Öğrencilere 15 yaşına kadar herhangi bir test uygulanmıyor, uygulanan test sonuçlarından da öğrencilerin haberi olmuyor. Uygulanan testlerde öğrencilerin durumlarını görüp gerekli tedbirleri almak maksadıyla yapılıyor.
· Amaç dersi dersin içinde öğrenmek, eğitim materyalleri bu doğrultuda kullanılıyor.
· Eğitimde kimseyle yarışmak zorunda değilsiniz, çünkü rekabete dayalı bir eğitim verilmiyor. Öğrenciler hiçbir şekilde birbirleriyle karşılaştırılmıyor.
· Ezberciliğe dayalı teorik bir eğitim yerine düşünmeye ve keşfetmeye dönük bir eğitim veriliyor.
· Öğrencileri bıktıran ödevler verilmiyor, veriliyorsa da bu ödevler 30 dakika ile sınırlı.
· Konserve kutuları gibi dizilmiş öğrencilerden oluşan sınıflar yok, sınıflardaki öğrenci sayısı 20’yi geçmiyor.
· En başarılı olarak düşündüğünüz öğrenci ile en başarısız öğrenci arasındaki fark %100 değil sadece %15’lik bir fark. Ayrıca öğrenciler birbirinin rakibi olarak değerlendirilmediği için başarısız öğrenci diye bir tanımlama yok.
· Derslerde işlenen konuları anlayamamış öğrencilerle özel olarak ilgileniliyor, öğrencilerin anlamama sebepleri berlirleniyor ve bu doğrultuda tedbirler alınıyor. Öğrenme güçlüğü çektiği anlaşılan öğrencilere ayrıca dersler veriliyor.
· Öğrenciler öğretilen değil, öğrenen bireyler olarak düşünülüyor ve öğrenciler öğreniyor, araştırmalar yapıyor, düşünüyor, düşüncelerini yazılı bir sunum haline getirip sunumunu gerçekleştiriyor. Öğrenciler kendilerini bir yetişkin gibi görüyorlar ve kendilerine olan güvenleri tam.
· Okulun yaşamın bir parçası olduğu ve bireyi yaşama hazırlayan bir kurum olduğu düşüncesinden hareketle her öğrenci öğrendiklerini kendi yaşamına yansıtıyor ve uyguluyor.
· Okullardaki kulüp çalışmaları çok ciddiye alınıyor ve bu kulüpler aracılıyla çok ciddi eğitim faaliyetleri gerçekleştiriliyor. Bu çalışmalarda hayal güçlerini, yeteneklerini, yaratıcılıklarını kullanabilmeleri için her türlü destek öğrencilere sağlanıyor.
· Okul; Kütüphaneleri, kafeteryaları, mutfakları, rahat koltukları ile evinizin rahatlığında dizayn edilmiş. Öğretmen ve öğrenciler okulda birlikte yemek yiyorlar.
· Bütün öğrenciler için eşit imkanlar sunuluyor; yaşadığı yer, gelir düzeyi, ırkı bakımından herhangi bir ayrıma tabi tutulmuyor.
· Bahçenin temizliği, kütüphane işleri, yemek dağıtımı, okulun bazı temizlik işleri okul asıl sahipleri yani öğrenciler tarafından yapılıyor.
Bu özelliklere sahip bir okul ne kadar güzel olurdu değil mi? Peki, böylesine bir okul hayal mi? Hayır, hayal değil. Yukarıda bazı özelliklerini ifade ettiğimiz özellikler Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), her 3 yılda bir PISA(Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) değerlendirmelerinde birinci sırada yer alan Finlandiya’daki okullara ait özellikler. Yani hayal değil, gerçek.
Bu gerçekleri fark etmek için çok akıllı olmaya da gerek yok. “Okulların temel vazifesinin bireyi hayata hazırlamak olduğu” gibi basit bir gerçek bile okullarımızı ve eğitim anlayışımızı gözden geçirmeye yeter.  Okulda verilenlerin hiçbirisinin işine yaramayacağını düşünen bireylere bir şeyler öğretmeye çalışmanın boşuna bir uğraş olduğunu söylemeye gerek yok. Bu cümleyi kurarken bile kullandığım “öğretmek” kelimesi bile bizim eğitim anlayışımızın yanlışlarından biri. Çünkü biz öğretmenler olarak kendi alanımızdaki her şeyi öğrencilere öğretmekle mükellef sayıyoruz kendimizi. Oysa bu gerçekleşmesi mümkün olmayan boşuna bir çaba. Ayrıca bu anlayışın öğrenciyi pasifleştirdiğini ve her şeyi başkalarından bekleyen bir birey olmaya ittiğini de göremiyoruz. Onlar adına düşünüyor, onlar adına karar veriyor ve onların daha iyi olacaklarına dair “güzel”(!) düşüncelerle bildiklerimizi onlara aktarmaya çabalıyoruz. Mümkün olsa, bir kabloyla  öğrencilere bağlanabilsek bizim zihnimizdekileri öğrencilerimize aktaracağız.
Peki, neden böyleyiz? Çünkü teoriye ve ezbere dayalı bir eğitim anlayışına sahibiz. Çünkü biz de aynı şekilde yetiştirildik. Çünkü bize öğretmenliğin böyle yapılması gerektiği öğretildi. Çünkü yeni bir yol denemek ürkütücü geliyor bize. Çünkü  yeni bir yol yeni öğrenmeler ve yeni ufuklar demek. Buna fazla cesaret edemiyoruz ve biz kendi güvenli limanımızda kalmayı tercih ediyoruz.  Limanda kalarak engin okyanusların hayalini kuran denizcilere döndük. Artık hayali bırakıp okyanusa açılmak gerekiyor. Çünkü okyanusun varlığını artık herkes biliyorsa bizim tayfalarımızdan bu gerçeği  daha fazla saklamamız mümkün değil. Yola çıkmak için çok geç kalmamak lazım.
 Öncelikli olarak bizim öğrencilerimizi “öğrenmeyi öğretmekle” mükellef olduğumuzu, eğer öğrenmeyi öğretebilirsek öğrencilerin bilgiye ulaşmada bir sorun yaşamayacaklarını ve çok farklı bilgi kaynaklarından yararlanabileceklerini eğitimciler olarak bizim anlamamız gerekiyor. Bilgi kaynağı olarak artık öğretmenin yetersiz kaldığı bir dönemdeyiz. Bu yüzden her türlü bilgi bizde var anlayışını bir kenara bırakıp bu gerçeği kabullenip bu doğrultuda çalışmak lazım.
Bir diğer önemli husus biz öğrencilerimizin anlatılanları ne derecede öğrendiklerini ölçmeye çalışmaktan ziyade gerçek hayatta karşılaştıkları bir problemi çözmede okulda edindikleri bilgileri ne ölçüde kullanabildikleri hususuna odaklanıp eğitim anlayışımızı buna göre düzenlemeliyiz. Problem çözme, düşünme, anlama yeteneği gelişmiş bireylerin nasıl yetişecekleri konusuna odaklanmakta fayda var. Ancak bu şekilde her türlü ezberi sorgulayan, yeni düşüncelere açık, toplumunu ve dünyayı daha iyi anlayan ve daha güzel bir dünya için çalışan bireyler yetişir.
“Konfüçyüs, bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun bunu örneklerle göstermek olduğunu bilirdi. Bir gün  öğrencilerinin karşısına geçer, eline bir vazo alır, tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tutar. Diğer elinde bir elma vardır. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, elmayı vazonun içinde bıraktıktan sonra, vazoyu yere koyar ve şöyle der:
"Elmayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci, elmayı yiyebilir."
Çocuklardan biri çok acıkmıştır, ilk o davranır ve elini vazonun dar ağzından içeri sokar. Elmayı yakalar, çıkarmaya çalışır, ama başaramaz. Çocuk:
- "Elimi çıkaramıyorum!" deyince, Konfüçyüs:
- "Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır" der.
Çocuk elmayı elinden bırakmak istemez; ama sonunda zorunlu olarak bırakır. Elini vazodan çıkardığında, yüzünde şaşkınlık vardır. Konfüçyüs diğer öğrencilere:
“Elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı?” diye sorar.
Cevap alamayınca Konfüçyüs, vazoyu yerden alıp ters çevirir. Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düşer. Çocukların hepsi gülmeye başlar. Aslında o kadar basit bir şeydi ki bu! Konfüçyüs; elmayı havada tutarak konuşmaya başlar.
"Fakat bu, göründüğü kadar basit değil. " der. "Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek, zor bir iştir. Onu bırakabilmek de bir beceridir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, o tuttuğunuz şeyin ulaşmak istediğiniz şeye ulaşmanızı engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız. Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz. Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, bu hilekârlığı hemen durdurmalısınız. İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz."
Sanırım bizim dürüst  davranmak için kendimizi fazla zorlamamıza gerek yok artık, çünkü her şey ortada zaten. Doğruyu bilen insanlar olarak gerekeni yapmak zorundayız. Elbette yıllardır doğru bildiklerimizi bir anda bırakmak zor olacaktır. Ama bunu gerçekleştirmezsek mutsuz, okullarını sevmeyen ve okulda edindikleri bilgileri hiçbir şekilde yaşamına yansıtamayan bireylerin dünyası olmaya devam edecek ülkemiz. Elimizdeki vazo elbette çok kıymetli, ona zarar gelmesini istemiyoruz; ama elmayı yememiz gerekiyorsa onu ters çevirmemiz gerektiğini de artık biliyoruz..
Öğretmenlerin de öğrencilerin de keyif alacakları, gelmek için can atacakları, evleri gibi gördükleri, birbirlerini ailelerinden biri olarak algıladıkları bir okul özlemi hepimizin isteği aslında. Ama bugünkü şartlarla bunun olması mümkün değil. Bu şartların değiştirilmesi hem çok kolay hem de çok zor. Çok kolay, çünkü  yapmanız gereken sadece dünyada örneklerini gördüğünüz eğitim sistemlerini ülkenize uygun bir biçimde  yeniden düzenlemek. Çok zor, çünkü bir zihniyet devrimi gerçekleştirmeniz gerekiyor. Ve bu devrime direnecek çok fazla kişi olacaktır.
DİL&ANLAT / KASIM 2013

25 Haziran 2013 Salı

DÜRÜSTLÜK ZOR İŞ

Bu ülkenin en büyük sorunu dürüstlüktür. Herkesin dürüstlüğe övgüler dizdiği, ama neredeyse kimsenin dürüst olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Birbirimize dürüst olma üzerine nutuklar atıyoruz, ama dürüstçe düşüncesini ifade edenleri de kınıyoruz. Açıkçası dürüst insanlardan hoşlanmıyoruz.

Karşımızdakilere şirin görünmek adına gerçekleri gizlemek gerektiğini düşünebiliyoruz. Kendi ideolojimizin haklılığına insanları inandırmak adına gerçekleri görmezden gelebiliyoruz. Aynı fotoğrafa bakıp görüneni değil de görülmesi gerekeni konuşabiliyoruz. Görülmesi gereken de genellikle bizim istediğimiz şekilde olmalıdır. Diğeri eleştirilmelidir. Çünkü biz idrakimizi de bağlı olduğumuz ideolojilere teslim ediyoruz. Cemil Meriç’i anmadan geçmek mümkün değil: “İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı.”

12 Haziran 2013 Çarşamba

TUTSAK


"Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede"            

İlk sigara yasağının başladığı günlerde, tanıdığım bir hemşire anlatmıştı. Yanında çalıştığı doktor, bu yasağa çok sinirlenmiş. Bu yasağın hastalarına bir iyilik değil, kötülük olduğunu söylüyormuş. Çünkü kendisi sigara içmezse sinirleniyormuş. Sinirlenmesinin doğal sonucu da bu siniri hastalarına yansıtması olurmuş. Bu durumda hastalara iyi hizmet veremezmiş.

Bu sözleri anlayışla karşılayabilir miyiz? Doğal olarak hepimiz hastanelerde iyi hizmet almak isteriz. Bu durumda sayın(!) doktorun söyledikleri bizim açımızdan mantıklı mıdır?

İsterseniz bunun üzerine bir benzer hikayeyi de biz ifade edelim. Kahramanımız bir öğretmen, bir memur, herhangi biri olabilir. Biz öğretmen diyelim. Öğretmenimiz diyor ki: “Ben sigara içmezsem  çok sinirli olurum, elim ayağım titrer. Sınıfta bu durumda ders anlatamam. Bu sinirimi öğrencilere yansıtırım. İyi ders anlatamam.. Sigara yasağı bana ve öğrencilerime yapılmış büyük bir haksızlıktır.”

Bunlar da anlayışla karşılanabilir değil mi? Peki o zaman hikayemizde biraz değişiklik yapalım isterseniz. Sadece bir sözcüğü değiştirelim. “Sigara” yerine “uyuşturucu, esrar, morfin” sözcüklerinden birini getirerek yeniden okuyalım yukarıdaki hikayeleri. Ne dersiniz hala anlayış gösterebilir miyiz? Yoksa kahramanlarımızın hasta olduğunu, muhakkak tedavi olmaları gerektiğini mi düşünürüz?

Sanırım, birçoğunuz kahramanlarımızın hasta olduğunu iddia edeceksinizdir. Bir doktorun, öğretmenin ya da kamuda çalışan bir memurun uyuşturucu kullanımını anlayışla karşılamanın doğru olmayacağını söyleyeceksiniz. Söz konusu maddeyi kullanması durumunda görevini yerine getiremeyeceğini ve muhakkak görevinden uzaklaştırılması gerektiğini de ekleyeceksiniz. O zaman ben de size yanlış yaptığınızı ve tutarsız olduğunuzu söyleyeceğim. Çünkü nitelik olarak yukarıdaki örneklere göre sigara ya da uyuşturucu kullanmak arasında bir fark yoktur. Söz konusu olan bağımlılıksa neye bağımlı olduğunuzun çok önemi yoktur. Bağımlı olduğunuz şey sizin işinizi doğru yapmanıza engel olacaksa onun adının ne olduğu önemli değildir. Siz hastasınız ve tedaviye ihtiyacınız vardır.

Bir yanlış toplumda ne kadar çok artarsa onu anlayışla karşılama eğilimi de o kadar artıyor. O yüzden insanların hayatını kolaylaştırmak ve güzelleştirmek amacıyla konulan kurallara uymayan insanlar sürekli olarak anlayışla karşılanmak istiyorlar. Çünkü yanlış o kadar yaygın hale gelmiştir ki onun yanlış olduğunu bile düşünmemektedir. Düşünse bile, “Haklısınız ama …” diye başlayan bir sürü bahane cümlesi ile önünüze yanlışının anlayışla karşılanması gerektiğini ifade eden tutarsız bahaneler sıralayacaktır.

Peygamberlerin, gönderildikleri topluluklardaki en büyük mücadelesinin yaygın hale gelmiş yanlışlarla olduğu düşünülürse bu sorunun tarihsel kökenleri de anlaşılır sanırım. İnsan ciddi bir uyarıcı ile karşılaşmadan yanılışının farkına varamıyor.

Bir de meselenin diğer bir boyutuna değinelim. Bağımlı olan insanlar düşüncesizdirler. Kendilerinden başkasını düşünmemektedirler. Etraflarındakilerin rahatsız olabileceklerini düşünmezler. İçtiği sigaranın etraftakileri rahatsız ettiğini düşünmezler. Sarhoş sokaklarda naralar atarken insanların rahatsız olduklarını düşünmez. Uyuşturucu bağımlısı, insanların kendisinden neden rahatsız olduğunu anlamakta zorlanır. Kendi özgürlük ve hakları konusunda aslan kesilen bu insanların başkalarının hakları ve özgürlüklerine hiç saygılarının olmamasını düşüncesizlik dışında sözcüklerle de ifade etmek mümkün...

Sigara içmenin yasak olmadığı zamanlarda, öğretmen odalarında sigaraların tüttürüldüğü zamanlarda, hamile olan bir  bayan öğretmenimizin, sigara içen arkadaşlardan öğretmenler odasında  daha az sigara içmeleri için bir ricası olmuştu. Sigara içen bir diğer arkadaşımızın tepkisi ne kadar düşünceli(!) olduğunu göstermişti: “Rahatsız oluyorsan öğretmenler odasına gelmezsin!”

Sigaranın ya da başka bir maddenin tutsağı durumundaki bireylerin konumları ne olursa olsun gençlere verebilecekleri bir şey yoktur.  Bağımlı olduğunu bildiği halde bundan kurtulmak yerine bunun anlayışla karşılanmasını isteyen ve başka insanların haklarını hiçe sayan tutsakların önce kendilerini bu tutsaklıktan kurtarıp özgürleşmeleri gerekir ki ondan sonra özgürlükten söz edebilsinler. Yoksa kendisi yardıma muhtaç olanın başkalarına yardım etmesi pek mümkün değildir.

 TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2013

 

EVRENİN MERKEZİ


 
İnsanın evrenin merkezi olduğuna dair aforizmaları hepiniz okumuş ya da duymuşsunuzdur. Her şeyin insan için olduğu konusunda  sayısız örnek vermek mümkündür. Evet, her şey insan için. Hatta yaratılmış her şeyin insan için yaratıldığını söyleyenler bile vardır. Bu düşüncelerin doğal sonucu olarak insanın yetişmesi de en önemli nokta olmuştur.

Doğumundan ölümüne kadar her aşaması üzerinde çok çeşitli araştırmaların yapıldığı ve yapılmakta olduğu insanın önemli aşamalarından birisi de hiç kuşkusuz “ergenlik” dönemidir. Öğretmenlik mesleği gereği bu dönemi yaşayan öğrencilerimizle sürekli iletişim halinde olmak zorundayız. Onların bu dönemdeki değişimlerine tanıklık ederken onları sağlıklı birer birey olabilmeleri için desteklemek ve doğru yönlendirmek de bizim asıl işlerimizden birisi. Ama bu işimizi ne kadar doğru yaptığımız tartışılır.

Ergen psikoloji üzerine ne kadar şey okumuş olursanız olun, eğer empati kurmak gibi bir yeteneğiniz yoksa bu gençlere doğruları bulmada yardımcı olmanız pek mümkün değildir. Hepimiz benzer şeyleri yaşadık aslında. Ve yapılması gereken şey sadece kendi yaşadıklarımızı hatırlamak. “Sadece” gibi meseleyi basitleştiren  bir sözcük kullanıyorum, ama bunun ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Çünkü bizler yaşadıklarımızı çok çabuk unutan ve özeleştiri yeteneği çok zayıf olan varlıklarız aynı zamanda. Empati kurmanın zorluğunu bildiğimden en azından kendi yaşadıklarımızı düşünerek gençlerin anlaşılması için hatıralarımıza müracaat etmemiz gerektiğini ifade etmek istiyorum.

Gençlerimizin bedenlerinde ve ruhlarındaki değişimi anlamaya ve  kişiliklerini oluşturmaya çalıştıkları bu dönemde onlara destek olmayacaksak ne zaman olacağız. Bu yaşa getirdik artık başlarının çaresine baksınlar, demek doğru mu? Ya da biz onların yaşındayken kimse  bize destek olmadı, biz ne öğrendiysek, ne yaşadıysak kendimiz yaşadık, onlar da kendileri öğrensin, yaşasın demek doğru mu? Elbette hayır.

Bize kimse destek olmadığı için, biz destek olmayı beceremiyoruz belki de. Hatırlayalım, isyanlarımıza kulak vermediklerinde, aşkımızı anlamadıklarında, bizim için çok önemli olan yaşadıklarımızı küçümsediklerinde nasıl da yaralanırdık.  Şimdi neden bizler yaralıyoruz bu gençleri. Neden anlamıyoruz isyanlarını, aşklarını, kendilerini beğendirme çabalarını? Nedir bizi bu kadar anlayışsız hale getiren? Kendi yaşadıklarımızı illa çocuklarımız da mı yaşamalı?

Kendi bedeniyle ve ruhuyla büyük bir kavgaya tutuşmuş gençlerimizin bu kavgadan yara almadan çıkabilmesi için yardım etmek gerekirken neden bir kılıç darbesi de biz indiririz? Neden ruhlarında derin yaralar açarız. “Bizi ilerde anlayacaklar.” deyip açtığımız yaralara bahaneler üretmekten vazgeçip ne anlayacaklarsa şimdi anlamaları için yardım edelim, becerebilirsek.  Unutmayalım ki yaraladığımız  geleceğimizdir.

Eğitimi önemsiyorsanız, insanı önemsemeniz gerekir. Eğitim süreci dediğimiz süreç, sadece gençlerimize bir takım bilgileri verme süreci değildir. Öyle olduğuna inanıyorsanız, ifade ettiklerimizin sizin için bir anlamı olmayabilir. Verdiğimiz bilgilerin birçoğu unutulacak, ama onlara kazandırdığımız davranışlar ömrünce onunla olacak ya da yüreklerinde açtığımız yaralar ömrünce sızlayacak.  Bizim işimiz hayatın daha başında olan bu gençlerin zaten sıkıntılı olan yüreklerine yeni sıkıntılar atmak, zaten yaralı olan ruhlarında yeni yaralar açmak değil; sıkıntılarına çare, yaralarına merhem  olmaktır.

Evrenin merkezi olduğunu söylediğimiz insan her yaşında saygıyı  hak eder.  Gençlerimize  gereken saygıyı  ve ilgiyi gösterelim.
 
TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2013

 

3 Haziran 2013 Pazartesi

SORGULAMA


Bütün dünyaya bir çocuk saflığı ve hayretiyle bakabilmeyi hayatımızın her anında becerebilsek. Dünyaya ve yaşananlara karşı merakımızı koruyabilsek. Anlama isteğimizi hiç kaybetmesek.  Büyürken bize öğretilenlerin doğruluğu ile ilgili kuşkularımızı koruyup, onları sorgulama yeteneğimizi geliştirebilsek. Çocukluğun anlama ve sorgulama isteğini tüm hayatımıza yayarak devam ettirebilsek.

Yıllardır  öğrencilerimizi sorgulayan, düşünen, araştıran, demokratik bir kimliğe sahip insanlar olarak yetiştirme iddiasında bulunuyoruz. Ya da bu doğrultuda yetiştiremediğimiz için hayıflanıyoruz. Ne iddiamızın ne de hayıflanmalarımızın gerçeği yansıtmadığını yaşayarak öğrenmiş olmanın üzüntüsünü taşıyorum.
Çocukluğumuzda çok basit sorularımızla ilk bilgi alabileceğimiz insanlara, anne babalarımıza müracaat ederiz. Çoğunlukla bizleri başlarından savan büyüklerimiz, sorularımıza cevap vermek yerine azarlamayı tercih ederler. Çocuk saflığı ile sormuş olduğumuz sorular; ayıp, günah gibi anlamakta zorlandığımız  kavramlarla şiddetli bir biçimde bize iade edilmekteydi.  Biz bazı şeyleri sormanın doğru olmadığını ve bazı cevapları aramanın yanlış olduğunu öğreniyorduk .

Okula başladığımızda sorularımıza cevap verebilecek daha bilgili öğretmenlerimiz vardı. Onlar bizim bütün sorularımıza cevap verebilecek donanıma sahipti. Ne sorsak cevap verirlerdi. Onlar bize yol gösterecek, yolumuzu aydınlatacak olanlardı. Bir süre de aydınlattılar nitekim. Ama merakımız bitecek gibi değildi. Öğrendiğimiz şeyleri iyice bellediğimiz taktirde bir sorun yoktu. Ama onları sorgulamaya başladığımızda sorunlar da başladı. Bizden istenen şeyin sorgulamak olmadığını, sadece öğretilenleri sorgulamadan kabul etmek olduğunu öğrendik. Soru sormak yine yasaktı. Sadece öğretildiği kadarını bilmemiz isteniyordu. Fazlası bazen tehlikeli, bazen yasaktı. Fazlasını öğrenmeyi istiyorsak bunu ancak kendimiz başarabilirdik.

Bir kısmımız bu sorgulamanın insana mutsuzluk getirdiğini fark ederek sorgulamaktan vazgeçip büyüklerin alışkanlıkları ile yaşamayı tercih ettik. Ama içlerindeki merak duygusunu dizginleyemeyen, sorgulayan arkadaşlarımız sıkıntılı bir yaşama adımlarını attılar.

Size öğretilenlere dair soru sormuyorsanız bir sıkıntı yaşamıyordunuz. Ama soru soruyorsanız, araştırıyorsanız mutlu bir biçimde hayatlarını devam ettiren insanları huzursuz ediyordunuz. Her şeyi onaylıyorsanız, istenenleri hiçbir şekilde sorgulamadan yapıyorsanız, bir asker gibi emirleri yerine getiriyorsanız sizden iyisi yoktu. İyi öğrenci, iyi memur, iyi vatandaş olarak tanımlanıyordunuz. Oysa soru soranları kimse sevmiyordu. Soru soranlar uyumsuz, problem çıkaran, düzeni bozan, kafası karışık, işe yaramaz, adam olmaz vb. sıfatlarla tanımlanıyordu. İyi öğrenci, iyi çalışan, iyi memur, iyi asker, iyi vatandaş olmak istiyorsanız soru sormamalıydınız. Bütün bir eğitim sistemi, çalışma şartları ve yaşananlar bize bunu öğretiyordu.

Bu ifadeler  hoşumuza gitmiyor olabilir. Ama gerçekler insanı huzursuz edecek nitelikte. Düşündüğünüz ve sorguladığınızda yaşamın hiç de iddia edildiği gibi güllük  gülistanlık olmadığını görüyorsunuz. Bunu haykırdığınız anda, diğer insanları da düşünmeye ve sorgulamaya davet ettiğinizde hedef siz oluyorsunuz. Dünya tarihi kendi toplumunun doğrularını sorgulayan ve bunun acısını çeken, çok büyük bedeller ödemek zorunda kalan gerçek kahramanlarla doludur. Yerleşik alışkanlıkları sorgulamak, yanılgıları ortaya koymak hiç de kolay değildir. Şükürler olsun ki bu zorlu mücadeleyi tercih eden insanlık kahramanları her dönemde olmuştur. Bütün olumsuzluklara rağmen sorgulamaktan ve araştırmaktan vazgeçmeyenler bizi bugüne ulaştıranlar kahramanlardır. Bugünün bilimsel, toplumsal gelişmelerinin tamamını sorgulamaktan vazgeçmeyen bu insanlara borçluyuz. Bu insanlar var olduğu müddetçe  insanlık daha iyiye ve daha güzele doğru yolculuğunu devam ettirecektir.

Eski Yunan filozofu Sokrates, "Sorgulanmayan, üzerinde düşünülmeyen hayat yaşanmaya değmez." der. Yaşadıklarınızı, varlığınızı, kazandıklarınızı, kaybettiklerinizi, inandıklarınızı, inanmadıklarınızı vs. sorgulamıyorsanız; bunlar üzerine düşünmüyorsanız sizi diğer canlılardan ayıran hangi özelliğiniz olabilir ki. Eğer insanın üstün bir varlık, düşünen bir varlık, eşref-i mahlukat olduğunu iddia ediyorsanız buna uygun bir yaşam sergilemeniz gerekir. Diğer türlüsü insana yakışan bir yaşam değildir zaten. Ya da Cemil Meriç’in deyişiyle “Kendini alışkanlıkların ağına fırlatmak ve kurtulmak. Neden kurtulmak? Hayattan. Keşke ölseydik.”

Sorgulanmaktan korkan, eleştiriye açık olmayan, kapalı bir biçimde yaşamayı tercih eden insanlar, yönetimler kendilerini sarsacak insanlarla er ya da geç karşılaşacaktır. Bu karşılaşmaya herkesin hazır olması gerekmektedir.

Kendinizi alışkanlıklar ağına fırlatıp yaşarken ölmeyi tercih edebilirsiniz. Böylece sahte bir mutluluk elde etmeniz de kuvvetle muhtemeldir. Ama içinizdeki çocuk, uykuya yatırılmış çocuk bir gün muhakkak uyanacaktır. Eğer yaşamı önemsiyorsanız o çocuğun uyanmasına engel olamayacaksınız, siz ne kadar engel olmak isteseniz de onu uyandıracak birileri karşınıza çıkacaktır. O çocuk uyandığında sahte mutluluklarla avunamayacaksınız. Hazırlıklı olun. Bundan kaçış yok. Önünde sonunda yaşadıklarınızı sorgulamak zorunda kalacaksınız. Ne zaman ki sorgulamayı bitirirsiniz, o zaman insan da insanlık da biter.


DİL&ANLAT - Mayıs 2013


8 Nisan 2013 Pazartesi

ASIL FELAKET



Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkarlar. Kafile zor tabiat koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam eder. Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden dururlar.
Taşıdıkları yükleri yere indirir ve hiç konuşmadan beklemeye başlarlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen Batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremez, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek isterler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekler.
Bu anlaşılmaz durumu, yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade eder:
”Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.”
Bu sahne, Michelangelo Antonioni’nin 1995 yapımı “Par dela les Nuages” (Bulutların Ötesinde) adlı filminden…”
Modern yaşam öylesine hızlı yaşamayı gerektiriyor ki etrafımızda olup bitenlere yeterince dikkat edemiyoruz. Durup dinlenmeden geçirdiğimiz bu hayatın en önemli tarafının aslında ayrıntılara dikkat etmek olduğunu unuttuk. Mutluluk dediğimiz küçük anlarımızın tadını çıkarmaya vaktimiz olmuyor. Belki de bu koşuşturmaca içerisinde mutluluk damlacıklarını kaçırdığımızdan/göremediğimizden kendimizi sürekli bir mutsuzluk ve psikolojik buhranlar içerisine sürüklüyoruz bilmeden. Durup dinlenmek, ruhumuzu dinlemek, başka ruhlarla empati kurmak çoktan unuttuğumuz/terk ettiğimiz bir durum. Oysa en çok da buna ihtiyacımız var belki de.
Bir takım hedeflere doğru çılgınca koştururken bulunduğumuz durumu değerlendirmek pek mümkün olmuyor. Sadece başkalarına değil  kendimize de duyarsızlaşıyoruz.  Bu kendimize ve başkalarına karşı yabancılaşma hayatın hakikatini anlamamızı da engelliyor. 
Biz böylesine bir yaşamı öylesine benimsedik ki bundan başka bir yaşamın var olabileceğini unuttuk. Bizim benimsediklerimiz dışında öneriler getirenleri de hayatın ve çağın gereklerini anlamamakla suçladık/suçluyoruz. Öyle ya çağın gereklerini, gerçeklerini anlayamayanlar zamanın sert rüzgarları karşısında yok olmaya mahkumdular. Buna öylesine inanmışız ki birisi kolumuzdan tutup “Hele bir dur, nefes al, ruhunu dinlendir.” dediğinde onu bizi yolumuzdan ve hedeflerimizden alıkoymakla, bize çelme takmakla, bizim kötülüğümüz için çalışmakla suçladık. Mutluluk hedeflerimizdi ve hedeflerimize ulaşamazsak bizi bekleyen felaketten başka bir şey değildi. Felaket durmaktı, felaket düşünmekti, felaket içimizdeki sesi dinlemekti…
Gelecekteki bir mutluğun peşine takılmış giderken yanı başımızdakini kaybettiğimizi fark etmiyoruz bir türlü.  Bugünü karartırsak geleceği de karartırız oysa. Yaşam akıp gider bedenimiz ve ruhumuz yorulur koşturmaktan ama bir türlü ulaşamaz ruhumuz istediğimiz huzura. Huzur ve mutluluk ararken sahip olduklarımızı da kaybederiz. Geriye dönüp tekrar yaşanabilecek bir şey değildir hayat. Zaman geçmiştir ve geri dönülemez. Oturup ruhumuzu gözyaşlarıyla yıkamaktan başka bir şey gelmez elimizden. Gözyaşları da yürekteki yangına çare değildir.
Çocuklarımız, geleceğimiz. Çocuklarımız, umutlarımız. Çocuklarımız, yaşam kaynağımız, varlık sebebimiz. Onlar için koşturuyoruz. Onlar için biriktiriyoruz. Onlar için savaşıyoruz. Ve onların da koşturmalarını, biriktirmelerini, savaşmalarını istiyoruz. Onlara ne istediklerini, nasıl bir hayatı arzuladıklarını sormadan onların da bizim yaşadıklarımızı yaşayarak geleceğe yatırım yapmalarını istiyoruz. Bildiğimiz başka bir yol yok çünkü. Bizim ulaşamadığımız huzura onların ulaşacağı yalanına onları da inandırıyoruz. Çocukluklarını yaşamadan, gençliklerini yaşamadan, yaşamın tadına varamadan bizim gibi, hatta bizden daha da kötü bir biçimde bu hayattan geçip gidecekler ve bunun günahı bizim boynumuzdadır.
Modern dünyanın çocukları bizim günahlarımız. Biz onların böylesine hızlı yaşamalarını istedik. Bilgisayarların başına biz mahkum ettik onları. Hafta içi okula, hafta sonu dersaneye koşmaya biz zorunlu tuttuk onları. Biraz geride kaldıklarında yaşadıkları hayatı biz zehir ettik onlara. Ne zaman dudaklarına bir gülümseme konsa “Eğlenmeyi bırak da dersine çalış.” diyerek dersi de ders çalışmayı da bir işkenceye biz dönüştürdük. Ne zaman ağlasa “Ağlayıp zırlamayı kes de ödevlerini yap.” diyerek acılarına karşı kayıtsız kaldık. Ne zaman yaşamın güzelliklerinin, kendi güzelliğinin, kendi ruhunun farkına varıp kendi dünyasını kurmaya yelken açtığında bizim onlar için düşündüğümüz dünyanın onlar için daha doğru ve güzel olduğu fikrini onlara zorla aşılamaya çalıştık. Bütün bunların sonunda mutsuz olan çocuklarımızın neden mutsuz olduklarını sorup durduk. Oysa biz onların mutluluğu için yapıyorduk her şeyi.
Onlar da bize karşı savunma mekanizmalarını geliştirdiler. Sahtekar olmayı seçtiler, yalan söylemeyi seçtiler, iki yüzlü olmayı seçtiler, iki arada bir derede durmayı seçtiler. Ne kendi istediklerinden vazgeçebildiler ne de bizim istediklerimizi istemediklerini söyleyebildiler. Sonunda ne kendi istediklerine ne de bizim istediklerimize ulaşabildiler.
Değiştirebilir miyiz peki bu gidişi? Zor, ama imkansız değil. İnsan varsa umut var. Yeter ki biraz derin nefes alıp bize mutluluk getireceğine inandığımız, tartışılmasına tahammül edemediğimiz doğrularımızı tekrar gözden geçirelim. Bizi mutlu etmeyen şeylerin, çocuklarımızı da mutlu etmeyeceği hakikatinin farkına varalım. Ruhumuzu geride bırakmadan, bedenimizle birlikte yolculuk etmesine izin verelim. Birbirinin peşinden koşan ruh ve beden değil, birlikte yürüyen ruh ve beden.
Biz ruhumuzu kaybettik. Hiç değilse çocuklarımız kaybetmesin. Onların seslerine, çığlıklarına kulak verelim. Sevinçlerine ortak olmayı, acılarına merhem olmayı becerebilelim.  Ruhlarını kaybetmiş çocuklar asıl bizim felaketimiz olacak yoksa.
Son öğüt Mevlana’dan:
“Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
Zamanla barışılacağını,
zamanla öğrendim…”


DİL&ANLAT  Sayı 12  Nisan 2013

9 Mart 2013 Cumartesi

ÇOK ÖFKELİYİZ


Hiç dinmeyen bir öfkemiz var. Mayamız öfkeyle karılmış sanki. Ne kadar çok şeye öfke duyuyoruz bir düşünün: Eşimize, çocuğumuza, kardeşimize öfkeleniyoruz; komşumuza, sokaktan geçenlere, bakkala, kasaba, sütçüye, öfkeleniyoruz; öğretmenlere, öğrencilere, bankacılara, çöpçülere öfkeleniyoruz; sürücülere, yayalara, Fenerlilere, Galatasaraylılara, Beşiktaşlılara,  futbolculara,  federasyona, teknik adamlara, hakemlere, seyircilere öfkeleniyoruz. Öfke duymadığımız hiçbir varlık yok neredeyse. Yeryüzünde nefretin hakimiyeti var sayemizde.
Evet, öylesine öfke doluyuz ki nefretimizi kusacak bahaneler arıyoruz.  Bahaneyi bulduğumuz anda zincirden boşanmış boğa gibi önümüze ne geliyorsa saldırıyoruz. Takımı yenilmiş futbol taraftarlarının maçtan sonra futbolculara, karşı takımın taraftarlarına saldırmasına hepiniz şahit olmuşsunuzdur. Normal bir insanın bunları yapamayacağını düşünürsünüz. Bunları yapan insanların hasta ruhlu insanlar olduğu teşhisini hiç çekinmeden koyabilirsiniz. Sağa sola saldıran bu insanların günlük hayatlarında bizim gibi seven, sevilen, merhametli, sevecen, babacan, duygusal vs. insanlar olduğu gerçeğini biliriz ama ekran karşısında olaylarla ilgili haberleri seyrederken bunu pek düşünmeyiz. O anda onların hasta ruhlu insanlar olduğu düşüncesi daha mantıklı gelir bize. İçlerinde gerçekten öyle olanlar yok mu? Var. Ama olaylara karışanların hepsinin hasta olduğunu kabul ettiğinizde toplumun büyük bir kısmının hastalığını da kabul etmiş olursunuz ki öfke konusunda bunun göz ardı edilemeyeceğini düşünüyorum.
Aynı öfkeyi sosyal medyayı kullananlarda da görmek mümkün. Öfke duyduğunuz birini eleştirmeye görün, hemen sizin yanınızda yer alan nefretini kusan bir yığın kalabalığı bulabilirsiniz etrafınızda. Birden bire bir linç kampanyasının ortasında bulursunuz kendinizi. Sizin yanınızda olanlar ve karşınızda olanların kapışmasına sahne olur sanal alem.
Bu öfkeli halini modern dünyanın insan üzerindeki etkisi olarak açıklayanlar olabilir kuşkusuz ama insanın kötülüğe olan meylini göz ardı etmemek gerekir. Çünkü öfke seline kapılıp da çok büyük kötülüklere imza atanların yaptıklarıyla dolu dünya tarihi. Bugün kötülük, katliam, soykırım gibi sıfatlarla andığımız birtakım  tarihi olaylar, o gün o olayların içinde yer alanlar tarafından büyük bir kahramanlık olarak nitelendirilmiştir. O yüzden öfke ve nefretin modern zamanların bir hastalığı olduğu düşüncesi benim pek itibar etmediğim bir düşünce. Ayrıca yaptığımız her kötülüğe bahane bulmanın bir yolu gibi geliyor bu modern bunalım hikayeleri. İnsan kendi sorumluluğunu taşımalıdır. Zamanın bozukluğu, ekonomik sebepler, tahrikler, zararlı düşünceler gibi hafifletici sebepler aramak yerine insan olarak kendi sorumluluğumuzu yüklenmeyi bilmeliyiz. Bir kalabalığın içerisinde öfkemizi kontrol edemiyorsak bir birey olarak yeterince gelişememişiz, olgunlaşamamışız demektir ne yazık ki. Ve hiçbir hafifletici sebep bu gerçeği değiştiremez.
Nefreti ve öfkeyi besleyecek unsurları hep içimizde taşıyoruz. Ama aynı şekilde sevginin, merhametin ve hoşgörünün de bizim insanlığımızın göstergesi olduğunu ve içimizde büyütülmeyi/beslenmeyi umutla beklediğini unutmayalım. Bir Kızılderili öyküsüyle bitirelim yazımızı:
“Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine. Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. 'Onlar' dedi, 'benim için iki simgedir evlat.' 'Neyin simgesi' diye sordu çocuk. 'İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli
mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.' Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi: 'Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?' Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa ve: 'Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem!' dedi.”
İçimizdeki öfkeyi, nefreti çok fazla beslemeyelim...

TOZLU TAHTA / MART 2013/ 18. Sayı

SOSYAL PROBLEM


Modern yaşamın neredeyse vazgeçilmezlerinden birisi olmuş durumda sosyal medya. Sosyal yaşamın bütün unsurlarını bu mecrada görmek mümkün artık. Sesini duyurmak isteyen bireylerden tutun da en büyük toplumsal gruplara kadar yaşamın içerisinde yer alan herkesi ve her şeyi görmek mümkün burada. Bu kadar geniş bir kullanıcı kitlesine sahip bir dünyayı görmezlikten gelemeyiz. Kaldı ki bizim bu dünyaya gözlerimizi kapatmamız bu dünyanın hayatımızın her noktasına sirayet etmesine engel olmuyor.
Bir çok insan artık bu sosyal medya üzerinden sosyalleşiyor. Düşüncelerini ifade ediyor; sevinçlerini, hüzünlerini, acılarını burada paylaşıyor. Sokağa çıkmadan sokağın haberini alıyorsunuz. Alışverişinizi buradan yapıyorsunuz. Doğumdan, sünnetten, düğünden, ölümden,  mevlitten buradan haberdar oluyorsunuz. Yani sosyal alan sanal dünyaya taşınmış durumda. Artık bu dünyayı görmemezlikten gelmek ne kadar mümkün siz karar verin.
İnsanların birbirini tanıyabilecekleri mecraların en başında artık bu alanlar var. Eskiden yolculukta ya da alışverişte tanıyacağımız insanları artık sosyal medyadaki profillerinden tanıma imkanına sahip oluyoruz. Nelerden hoşlandıklarını, nelerden nefret ettiklerini, hangi takımı tuttuklarını, nereli olduklarını, sevgililerini, ailelerini, siyasi düşüncelerini, arkadaşlarını kısaca bütün yönlerini önümüze koydukları bir alan sosyal medya. Bireylerin kendilerini her yönden ifade ettikleri bu alanlar doğal olarak insana hitap eden her örgüt, kurum , dernek, kuruluş ve işletmelerin de ilgisini çekmiş ve bu alanda bu grupların da kendilerini göstermeleri gecikmemiştir. Reklamcıların ve her türlü sosyal alana hitap eden kitlelerin bir numaralı hedefi bu alanlardır. Gazete, radyo, televizyon gibi kitle iletişim aygıtları artık ikinci plandadır.
Sosyal medyada boy göstermek için de fazla bir şeye ihtiyacınız yok. Şu anda piyasadan satın alacağınız bir telefonla rahatlıkla bu alanda cirit atabileceğiniz bir araca sahip olmuş olursunuz. Nitekim şu anda hepimizin cebindeki telefon, sosyal medyaya açılabileceğimiz birer araçtır. Yedisinden yetmişine herkesin boy gösterdiği bu alanın ister istemez dikkatli kullanılması gerektiği de tartışılmaz bir gerçek ama bu dikkati ne kadar gösterdiğimiz de tartışılır. Henüz kişiliği oturmamış, mantıklı düşünme yetisine sahip olmayan bireylerin buradaki durumu bazen kurtlar sofrasındaki kuzu misalidir. Kuzularımızı bu alanlardan uzak tutmamız belki imkansız ama hiç değilse gözümüzün önünden de ayırmayalım onları. Bilinçsizlik hayatın her noktasında olduğu gibi sosyal medyada da en büyük problem olarak önümüzdedir. 


TOZLU TAHTA / MART 2013 / 18. Sayı

11 Şubat 2013 Pazartesi

SADECE MUTLU OLMAK İSTİYORUZ


Yeryüzündeki en doyumsuz varlık olduğumuz kuşku götürmez bir gerçek. Ne kadar şeye sahip olursak olalım elimizde olmayanın ateşiyle yanıp kavruluyoruz. “Vadiler dolusu altına” sahip olsak yine de yerin altında yatan altın madenini aramakla geçiriyoruz ömrümüzü. Ne kadar fazla şeye sahipsek o kadar çoktur eksiğimiz. Zenginlerin paraya ihtiyacı, fakirlerden daha fazladır. İnanmazsanız sorun bir zengine. Sahip olduklarımız ihtiyaçlarımızı da artırıyor. O yüzden tükettikçe tüketiyoruz. Ne kadar çok kazanıyorsak o kadar çok harcıyoruz. Harcadıkça tatminsizliğimiz artıyor.
İnsanın bu “açgözlü” doğası iktisat biliminin ortaya çıkmasına sebep olmuştur desek fazla mı abartmış oluruz? Sanmıyorum. Sınırlı kaynaklarla, insanın sınırsız ihtiyaçlarını  karşılamak üzere kafa yoran bir sürü iktisatçı açgözlülüğümüzün bilimsel kanıtlarını önümüze koyuyorlar aslında çalışmalarıyla.
Açgözlülüğü ortadan kaldırmak mümkün mü? Tabii ki hayır. İnsanın doğasında  olan bir şey, insan var oldukça olacaktır. Ama insanlığımızı artırmak adına bununla mücadele etmemiz gerekiyor. Evet, insanlığımız için…
Bu konuya neden girdik?
İnsanların neye ihtiyaçları olduğu konusundaki yetersizlikleri, onların düşüncesiz bir tüketici olmalarının da nedenidir. Eğer neye ihtiyacınız olduğunu siz bilmiyorsanız, başkaları sizin ihtiyaçlarınızı belirler ve hayatınızı kontrol edebilir. Herhangi bir şeye ihtiyacınız olduğuna siz karar verebiliyorsanız hayatınızı kontrol etme ihtimalinizi de yükseltiyorsunuz. Müthiş bir çağda yaşıyoruz. Bizi etkisi altına alan, yönlendiren o kadar çok şey var ki. Evimizde televizyonun düğmesine dokunduğumuz anda, bilgisayarımızı açtığımız anda, cep telefonumuzdan internet dünyasına adım attığımız anda kurtlar sofrasındaki koyunlara dönüyoruz. Ve koyunlar kararsızdırlar. Bir çobana koyunların arasında dolaşan birkaç keçiyi sormuştum da o da onlar bu sürünün alarmı, demişti. “Nasıl yani?” diye sorduğumda: “ Geceleri açık alanda kaldığımız zamanlarda eğer bir kurt sürüye girerse koyunların korkudan sesleri çıkmaz. Artık kurdun insafına kalmıştır kaç tanesini öldüreceği. Ama sürüde bir tane keçi olursa kurt geldiğinde bu keçi kaçmaya, bağırmaya başlar. Onun sesine uyanan çobanlar da gerekeni yaparlar.” demişti.
Elinde akıllı telefon modellerinden  biri  olan genç, telefondan sıkıldığını söylüyordu. Neden sıkıldığını, telefonun ihtiyaçlarını giderme konusunda eksiklikleri mi olduğunu sorguladığınızda aldığınız cevap insanın doyumsuzluğunun modern bir örneği: Telefonun yeni modeli çıkmış. Peki yeni modelin sahip olduğu, sizin telefonunuzda olmayan özellik ne? Hiçbir yeni özellik yok sadece ekran kalitesi değişmiş.
Bu yeni telefona ihtiyacımız yoktur. Ama ona ihtiyacımız olduğu duygusunu yaratan reklamcıları da  modern dünyanın büyücüleri olarak nitelendirebiliriz. Evet, büyücüler. Bu büyücülerin büyüleri eğer şerbetli değilseniz sizi etkisi altına alacaktır.
Teknoloji mağazasının açılışı dolayısıyla indirim yapılıyor. Kapısında sabahlayan binlerce insan. Başka illerden gelenler var. Kapılar açıldığında birbirini ezerek mağazaya saldıran modern(!) insanlar. Adamın birine mikrofon uzatılıyor. Üç tane LCD TV almış: Evde televizyon yok mu? Var, aynısından. Neden almış? Ucuzluktan. Ne yapacakmış bu televizyonları? Her odaya bir tane kuracakmış.
Evet, her odada bir televizyona ihtiyacı olduğunu düşünen insanın neye ihtiyacı olduğu konusunda gerçekten kendisinin karar verebileceğine nasıl inanabiliriz? Belki de adamın evinden dünyaya yayın yaptığı bir televizyon kanalı vardır. Olamaz mı? Pekala olabilir. Belki de gerçekten ihtiyacı vardır da onu açgözlü olmakla suçlayan  bizler yanılıyoruzdur.(!)
Sahip olduğumuz şeylerin sayısı arttıkça aynı oranda mutluluğumuz da artar mı acaba? Öyle olduğuna inanan o kadar çok insan var ki bu tüketim çılgınlığı inanılmaz boyutlarda. Sevinç anında, hüzünlü anında, can sıkıntısında alışverişe çıkan insanların varlığından söz ediliyor. Sevince sevinç katan alışveriş, hüzne iyi gelen alışveriş, can sıkıntısını gideren alışveriş …
Aslında istediğimiz tek bir şey var: mutlu olmak. Tüketerek mutluluk serapları oluşturuyoruz kendimize. Evet, serap. Tam evet, mutluyum dediğimiz anda kaybolan bir mutluluk. Biraz ilerde bir tanesi daha… Böylece tüketiyoruz ömrümüzü. Oysa aradığımızı hiçbir eşyada bulamayacağız. Aradığımız şey hem çok uzakta hem çok yakında. Aradığımız şey içimizde. İnsanın kendinden daha yakınında ne olabilir ki? Ama o kadar da uzakta. Kim gerçekten kendi içine doğru bir yolculuğu göze alabilir ki?

DİL&ANLAT ŞUBAT 2013