22 Aralık 2014 Pazartesi

İNSAN OLDUĞUNU HATIRLA

Söze Eyvah Necdet gibi başlamak mı lazım acaba, “Sen Vahşi doğada yaşayan ceylanları bilir misin?” diye. Yılmaz Erdoğan’ın “Bir Demet Tiyatro”sundaki unutulmaz karakterlerden biridir Eyvah Necdet; hayvanlar alemini çok iyi bilir ve vereceği her mesajdan önce hayvanlar aleminden bir şey anlatarak mesajını verirdi. Öğrenciler derginin bu sayısının konusunu önerdiklerinde Eyvah Necdet ve Darwin’in “Doğal Seçilim Teorisi” aynı anda hücum etti zihnime.
Eyvah Necdet’in bu konuda bir mesaj vermek için hayvanlar aleminden bir örneği olurdu muhakkak. Sakat bir ceylanın yaşamak için hiçbir sansının olmayacağını anlatan bir hikayesi ya da yeterince hızlı olmayan bir aslanın açlıktan ölmekten başka bir seçeneğinin olmadığını anlatan bir misali.
Darwin’in “Doğal Seçilim”i çerçevesinden bakarsanız sakat bir ceylanın veya aslanın yaşaması imkansızdır: Güçlüler hayatta kalır, zayıf olanlar yok olup giderler.
Hayvanlar alemi üzerinden konuya giriş yapmak çok hoş durmasa da yaşadığımız insanlar aleminin de en az hayvanlar alemi kadar vahşi, hatta daha da vahşi olduğunu söyleyebiliriz.  Hayvanlar hazır olarak buldukları bir doğada yaşam mücadelesi verirler. Yaşadıkları doğal çevrenin şartlarına uyum sağlayanların yaşama şansı, uyum sağlayamayanlara göre daha yüksektir. Hayvanların yaşadıkları doğal ortamı değiştirmek gibi yetenekleri yoktur. Onlar doğaya uyum sağlarlar, doğayı kendilerine uydurmaya çalışmazlar.  Oysa insan öyle mi? İnsan, özellikle sanayileşme ile birlikte, doğayla mücadele eden ona karşı galibiyetini ilan eden bir varlık. Doğayı kendine uydurmaya çalışan bir varlık.
Göçebelikten yerleşik hayata geçen insan, şehirler kurdu yaşamak için ve bu şehirleri değişen ihtiyaçları doğrultusunda yeniden, yeniden imar etti. Önüne çıkan her şeyi yıktı  ve sadece daha güçlü daha gösterişli bir yaşam kurmak adına zayıfa yaşam hakkı tanımadı; güçlü olanların ayakta kaldığı, zayıfların yok olmaya mahkum oldukları bir dünya kurmaya çalıştı. Hep daha güçlü olmayı arzulayan ve bu uğurda her şeyi göze alan insan, sosyal hayatı vahşi bir yaşam alanına dönüştürdü. Bunun adı Sosyal Darwinizm’dir ya da diğer bir deyişle vahşi kapitalizm. Bütün bunları daha mutlu bir dünya kurmak adına yapan insan mutsuzluktan başka bir şey sunamadı hemcinslerine. Bilmeden kendi tuzağını kurdu.
İnsanın kurduğu bu  vahşi yaşamın içinde zayıflara yer  yoktur.  Şehirleriniz, caddeleriniz, sokaklarınız, yollarınız, kaldırımlarınız, binalarınız  hep güçlüler içindir. Yasalarınız, yönetmelikleriniz, kurallarınız hep güçlü olanı gözetir, güçlünün yanındadır. Gerçek budur. Ama söylem, hakikatin gizlendiği, hayallerin ifade edildiği bir sahtelikten başka bir şey değildir.
Bir tercihte bulunmak vakti artık erteleyemeyiz. Ya artık makyajı akmış sahtekarlığımızı devam ettirip daha da vahşileşeceğiz ya da  gerçeğin farkına varıp, vahşi bir hayvan değil de insan olduğumuzun farkına vararak bütün yaşamımızı yeniden düzenleyeceğiz . Bir tercih zamanı....
Özel günlerde o günün sahiplerine hayallerimizi ve arzularımızı ifade eden birkaç nutukla vicdanımızı rahatlatmaya çalışıyoruz. Ama artık öylesine görünür hale geldi ki sorunlar bu nutuklar ya da  göstermelik sosyal projeler vicdanımızı rahatlatmıyor. Bakış açımızı değiştirmek zorundayız. Hayallerden sıyrılıp gerçeği görmek ve insanlığımızı hatırlamak zorundayız. Çünkü  modern hayat şehirleri bazılarımız için daha da yaşanılamaz hale getirdi. Ya sahtekarca davranmaya devam edip sosyal proje adı altında sorunları geçiştirmeye devam edeceğiz ya da gerçeğin üzerindeki hayal perdesini yırtıp gerçek çözümler üreteceğiz. Yanlış anlaşılmak istemem sosyal projelerin farkındalık yaratmak adına önemli olduğunu, ama sadece bu projelere sıkıştırılmış anlayışların sorunların çözümü için yeterli olmayacağını düşünüyorum. Bu projelerin vicdanlarımıza pansuman vazifesi görmekten başka işlere de yaraması lazım artık. Toplumun ve toplumun önderlerinin gerçekten işe yarar, gerçek yaşama dönük bir takım adımlar atmasının vakti geldi de geçiyor. Bir şey yapılacaksa şimdi yapılmalıdır, yapılması gerekenler belirsiz bir geleceğe ertelenmemelidir.
Hepimizin çok güzel temennileri var. Herkese haklarının verildiği, herkesin rahatça yaşadığı, uçan kuşun bile mutlu olduğu bir memleket istiyoruz hepimiz. Ama bu gerçekleştirmenin yöntemini henüz keşfedebilmiş değiliz. Bütün işlerimizde olduğu gibi yöntemsizlik en büyük problemlerimizden birisi. İstediklerimizi hayata nasıl geçireceğimizle ilgili bir yönteme sahip değiliz. Filibeli Ahmet Hilmi’nin diliyle söylersek “...birçok güzel temennisi bulunan, fakat yöntem ve hedeften mahrum bir toplum, hastadır...” 
Yazı boyunca derginin konusunu ifade etmedim, çünkü “ENGELLİ” ifadesinin bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Ellerini, ayaklarını, gözlerini, kulaklarını ya da başka herhangi bir uzvunu bizim gibi kullanamayan insanların eksik, kusurlu, acınacak insanlar olarak görülmelerini doğru bulmuyorum. Tam aksine onlara kusurlu gözüyle bakanın asıl kusurlu, asıl engelli olduğunu düşünüyorum.
Asıl acınacak olanlar; kanunları yaparken, binaları dikerken, caddeleri, kaldırımları, parkları düzenlerken bütün insanları düşünmeyenlerdir. Açıkça söylemek gerekir ki bunları düşünmeyenler  “ENGELLİLER(!)”i hayatın içinde görmek istemeyenlerdir aynı zamanda. “Evlerinde otursunlar, sokağa çıkmasınlar, alışveriş yapmasınlar, caddeleri kaldırımları kullanmasınlar, okullara gelmesinler kısaca hayatın içinde görünmesinler.” diyenlerdir onlar. Sokakta gördükleri her bir engelli onlara sahtekarlıklarını hatırlatıyor çünkü.
Yaşamak onların da hakkı ve biz yanlışlarımızla onların yaşam hakkına tecavüz ediyoruz. Empati kurmak için iyi niyetle söylenen “Biz de bir gün sakat kalabiliriz.” ifadesini de artık terk etmemiz gerekiyor. Çünkü birilerine haklarını teslim etmek için onlar gibi olmamıza gerek yoktur. Bakış açımızı ne olur artık değiştirelim bu dünyada onların da yaşamaya hakları olduğunu bilip bütün kurallarımızı ve çevremizi yeniden düzenleyelim.
Vahşi bir yaratık değil insan olduğumuzu hatırlayalım.  Güzel bir yaşam herkesin hakkı.  Artık sosyal projelere sıkışıp kalmayalım; bütün sosyal hayatı birlikte yaşamak için yeniden kuralım. Vicdanımız ancak o zaman huzur bulacaktır.

DİL&ANLAT 
ARALIK 2014
SAYI 17


9 Haziran 2014 Pazartesi

ÖNCE BİZ ARINALIM

Her birimiz kendimizi evrenin merkezi olarak görürüz. Dünyayı ve tüm insanları o merkezden görür, anlar ve yorumlarız. 
Her şey bizimle başlıyor, bizimle bitiyor her şey sanki. Bizden önce hiç kimse yoktu, bizden önce hiçbir şey yaşanmamıştı.  Bütün güzellikler bizimdir , bütün çirkinlikler bizim dışımızdadır. Bütün güzellikler bizim çağımızda yaşandı, yaşam en güzel şarkısını bizim için söyledi. Bizden öncekiler karanlık ve bizden sonrakiler çirkinlik. En güzel bizdik ve bizim güzelliğimize laf edecek olanın alnını karışlardık. Başka nesillerin güzelliklerini göremeyecek kadar kör, duyamayacak kadar sağır, anlamayacak kadar insafsızdık.
Büyüklerimiz yanlışların içinde debelenmiş, çağdışı kalmış, gerici ve yobaz. Biz modern, ışıltılı, aydınlık insanlardık. Çocuklarımız, modern dünyanın yanlışları. Çağın bütün hastalıklarını kapmış, bizim aydınlığımızı karartan birer hataya dönüşmüştü. Nerede hata yaptık? Oysa biz ne güzeldik.
Kendimizi, kendi çağımızı, kendi çocukluk ve gençliğimizi öylesine kutsallaştırdık ki yanlışlarımızı görme, özeleştiri yapma erdemini kaybettik.
Özeleştiri yeteneği gelişmemiş olanların başkalarını, kendinden öncekileri ve sonrakileri, eleştirmesi doğal. Sürekli başkalarını eleştirenler kendi hayatlarına karşı körleşecektir. İnsan önce kendinden başlamalı eleştirmeye. Çuvaldızı eline almadan iğneyi kendinde denemeli önce. Oysa herkes eline bir çuvaldız almış batıracak birilerini arıyor. Kim çıkarsa karşısına ona batırıyor. Büyük küçük fark etmez, kim çıkarsa karşısına acımadan ve düşünmeden batırıyor çuvaldızı.
Eleştireceğimiz ne çok şey var etrafımızda. Bizim dışımızda her şey kusurlu. Bizden öncekileri beğenmedik. Onların kurduğu dünyada yaşamak zordu. Biz yeni bir dünya kurduk kendimize göre olduğunu düşündüğümüz. Ama bizim kurduğumuz dünyaya gözlerini açan ve bu dünyada yetişen çocuklarımız hiç de bizim istediğimiz gibi olmadılar. Şimdi onlar kendi dünyalarını kuruyorlar bize inat, bizimle çatışarak. Kendimizi fazlasıyla yabancı hissetmeye başladığımız bir dünyanın tohumlarını atarken onlar, biz eleştirdiğimiz büyüklerin durumuna düşmenin sıkıntısını yaşıyoruz. Ama bunu da tam olarak fark ettiğimiz söylenemez.
“Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelerimizle artık bulunduğumuz zamanı anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımızı da göstermiş oluyoruz. Zaman bizim zamanımız olmaktan çıkmış. Zamanı kaçırmışız farkında olmadan. Tekrar yakalayabilmenin imkanlarını arayanlar olduğu gibi, bundan tamamen vazgeçmiş olanlarımız da var.
“Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelerimizin çocuklarımızda istediğimiz etkiyi yaratmadığını ne zaman anlayacağız. Onları bizim zamanımız değil kendi yaşadıkları zaman ilgilendiriyor.  Bizim hikâyelerimiz onları bizi etkilediği gibi etkilemiyor, gülüp geçiyorlar  bize. Onların hatalarını düzeltmek adına giriştiğimiz bu öğüt verme çabalarımızı anlamıyorlar. Anlamıyorlar çünkü biz de tam olarak ne istediğimizi bilmiyoruz.
Onların yaşadığı dünyayı biz kurduk; yaşadıkları evleri biz inşa ettik; ağaçları, yeşil alanları biz ortadan kaldırdık; onların odalarına bilgisayarları biz koyduk; ellerine son model akıllı telefonları biz verdik; bir dediğini iki etmedik. Şimdi şikâyet ediyoruz çocuğumuz sokağa çıkmıyor diye; ağacı, yeşili bilmiyor diye; bilgisayardan başını kaldırmıyor diye; binlerce liralık oyuncağını elinden düşürmüyor diye; isteklerini karşılayamıyoruz diye.
Şikâyet etmeye hakkımız yok. Onlar bizim kurduğumuz dünyanın bunalımlarını yaşıyorlar ve bu dünyada kendilerine yaşam alanları açmaya çalışıyorlar. Bundan memnun olmayabiliriz, hatalar yapıyor olabilirler; ama bu hataları düzeltmenin yolu onlara “Bizim zamanımızda…” diye başlayan hikâyeler anlatmak değildir.  Onlara hatalarını nasıl düzelteceklerini kendi yaşamımızdan örneklerle gösteremiyorsak, onlara öğüt vermekle bir yere varamayız. Çünkü önemli olan söylediklerimiz değil yaptıklarımızdır onların gözünde. Neye inandığımız değil inandıklarımızın hayatımıza nasıl yansıdığı önemlidir.
Başkalarına saygı duymayan, başkalarını sevmeyi beceremeyen birinin çocuklarına saygı ve sevgi sözcükleriyle süslediği bir öğüt vermesinden daha aptalca bir şey olamaz.  Kalbi temiz olmayanın kalbi temiz çocuklar yetiştirmesi mümkün müdür? Önce kendi kalbimizi temiz tutalım. Çünkü her şey oradan başlıyor. Kalbi kararan adam önce kendini, sonra etrafındakileri, sonra dünyayı, sonra da geleceğimizi karartıyor.
Önce biz arınalım; bizimle birlikte arınacaktır her şey.


TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2014 - 20. SAYI

HER ÖLÜM BİR DİRİLİŞTİR...

Korkularla dolu bir çocukluktu yaşadığımız. Etrafımızdaki her şey tehlikeliydi, bizi koruyacak olanlar her zaman yanımızda olamazdı. Hata yapmamalıydık, hata yaparsak çok büyük zararlar görebilirdik. Rüyalarımızı, hayallerimizi bile kontrol etmeliydik. Korkarak yaşıyorduk, her şeyden korkarak. Yaşamaktan korkmak öğretilmişti bize.
Gençtik ve hata yapmaktan korkmadan yaşamaya karar vermiştik, ama başkalarına göre gençlik başlı başına bir hataydı. Gençlik adına neye sahipsek, ne yaptıysak,  her şey ama her şey. İsteklerimiz saygısızlık, umutlarımız başıbozukluk, yaşama sevincimiz züppelik olarak görülürdü.
Kendimizi güçlü hissettiğimiz, bir kartal gibi kanatlanmaya, artık zirvelere doğru süzülmemiz gerektiğine inandığımız zamanlardı. Ama güçsüz olduğumuza, uçamayacağımıza inandırıldık, kanatlarımız kırıldı hayal kurmayı unutmuş büyükler tarafından.
Hayallerimiz çalındı, çok genç yaşta yüklendi hayatın ağır sorumlulukları sırtımıza. Yaşayamadık gençliğimizi, çocukluğumuzu yaşayamadığımız gibi. Şimdi içimizde bir yerlerde kaybolmuş/ölmüş çocuğu bulmaya/diriltmeye çalışıyoruz. Bütün çocuklarda ve bütün gençlerde onun izlerini arıyoruz, onun ilhamını arıyoruz; onlarda bulursak bizim içimizdekini de buluruz diye. Bize yeniden can verecek, güç verecek, yaşamayı öğretecek tılsım onda gizli. Aramak da sıkıntılı bir yolculuk ama bu yolculuğu da göze almazsak yaşamı anlamamız mümkün olmayacak.
Yolculuk zor, yolculuk korkutucu. Herkesle, her şeyle ve -tabi en zoru- kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor. Hesaplaşmanın, savaşmanın sonunda yıkıntıların arasından yeni bir ruh, yeni bir can, yeni bir bahar fışkıracak. Baharımız için kışımızı yaşamamız gerekiyor, ölüp dirilmemiz gerekiyor.
Ölüm ne kadar da ağır bir kelime. Oysa ölüm yaşamın kendisi, yaşamın anlamı. Onu gerçekten hatırlayabilsek yeniden yaşayabiliriz. Ölümü unuttuk, onun için yaşamayı da unuttuk. Oysa yaşam ölümle anlaşılır. Ölenlerle yaşamamın anlamını kavrarız. Ölüm hakikat ise yaşam da hakikat.
Ölümü ve yaşamı anlamak için sorduğumuz soruların cevaplarını veremedi büyükler, büyük bir şaşkınlıkla içinde yaşadığımız dünyada bize yol göstereceğine inandığımız büyükler bizi kovdular huzurlarından. Saçma sorularla canlarını çok sıkmadan yanlarından ayrılmamızı istediler. Onların canı sıkılmasın diye biz kendi canımızı sıktık. Sonra anladık ki anlamak istediğimiz ne varsa hayatlarından kovmuştu büyüklerimiz. Ölümü de kovmuşlardı hayatlarından. Ölüm unutulmuştu, ölümün bir anlamı yoktu onların yaşamında. Birinin ölümüyle hatırlanan, mezarlıklarla sınırlı, birkaç ayet ve duaya sıkıştırılmış işlevi olmayan bir şeydi ölüm onlar için.
“Doğumla ölüm başlar, son günümüz ilkin sonucudur.” der Manilius. Ölümü kovan büyüklerim aslında yaşamı da kovmuşlardı farkında olmadan. Ölüm yoktu ve yaşam da yoktu. Yaşamadıklarının farkında bile değillerdi. Ve bize de yaşamamayı öğretiyorlardı; sevmemeyi, hayal kurmamayı, umut etmemeyi. Yeryüzünde kendi varlığından bihaber birer ceset olmayı kim ister? Farkında değillerdi ama her biri birer cesetti. Yaşadıklarını zannediyorlardı ama  hayal kurmayan, sevmeyen, aramayan, sorgulamayan, acıyı ve ölümü hissetmeyen biri yaşıyor olabilir mi hiç?
Ölümü unuttukları için yaşamı da unuttular onlar ve bize de  unutturdular. Ama ölüm, o değişmez ve yaşamın habercisi hakikat kendini her zaman hatırlattı. Elimizde olduğunu sandığımız her şeyi alarak hatırlattı kendini; kendimize gelelim diye, yaşamayı bilelim diye, insanı bilelim, kendimizi bilelim diye.
Unutmamak gerekir aslında her doğum bir ölümdür ve her ölüm bir diriliştir...


TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2014 - 20. SAYI

7 Mart 2014 Cuma

MERHAMET

Siz de şiddete karşı mısınız, herkes gibi?  Şiddete başvuranları sabah akşam lanetliyor musunuz?  Haber bültenlerinde ekranlardan fırlayıp evlerimizin içinde yankılanan şiddet mağduru kadınların, çocukların çığlıklarına bir an kulak kabartıp toplumun ne kadar bozulduğunu mu düşünüyorsunuz? İnsanların ne kadar eğitimsiz olduğunu, bu sorunun çözülmesi için devletin bütün birimlerinin en kısa zamanda tedbirler alması gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Yukarıdaki sorulara toplumumuzun büyük bir çoğunluğu “evet” cevabını verecektir sanıyorum. Şiddetin gittikçe yaygınlaştığını düşündüğümüz şu zamanlarda devletin müdahalesiyle bu sorunun çözülebileceğine dair bir düşüncemiz, umudumuz var. Var ama insandan kaynaklanan bir sorundan söz ettiğimizi hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Mayasında iyilikle birlikte kötülüğün de olduğu insan, dışardan müdahale ile ne kadar doğruya meyledebilir? İnsanın kendisi istemedikten sonra ona doğruyu nasıl anlatabilirsiniz? Yanlışını fark etmeyen insana doğruyu gösterebilir misiniz? Yaşadığı karanlığı tek gerçek olarak gören birini aydınlığa inandırmak ne kadar mümkündür?
Elbette mümkündür her şey. Öncelikle insanın kendi yanlışını fark edip doğruyu aramak gibi bir derdi olsun yeter ki.  Böyle bir derdi olmayanı değiştirmek mümkün değildir. Ne kadar güçlü olursanız olun  zorla bir insanı değiştiremezsiniz, kendisi istemediği müddetçe.
Tasavvuf felsefesiyle ilgilenir misiniz bilmiyorum. Benim bu felsefi anlayışta hoşuma giden bir taraf var: Merkezine bireyin kendisini koyması. Yani inançla ilgili insanın temel bir sorununu ele alırken insanın öncelikli hedefinin kendini tanıma eylemi olduğunu vurgulayan bir  anlayışa sahip olması. İnsanın en büyük mücadelesini kendisine karşı vermesi gerektiğini ifade etmesi. En temel sorunun nefis terbiyesi olduğunu vurgulaması... İnsanın varoluş yolculuğunu da insanın kendisine doğru bir yolculuk olarak tanımlanması benim tasavvuf felsefesinde değer ve önem verdiğim bir noktadır.
Bizim en büyük problemimiz sorunların kaynağı olarak hep kendi dışımızdaki bir takım sebepleri göstermemiz. “Suçlu olan kim?” diye sorulduğunda verdiğimiz cevapları bir düşünün isterseniz: “Devlet suçlu, eğitim suçlu, toplum suçlu, gelenekler suçlu, erkekler suçlu, kadınlar suçlu, yeni nesil suçlu, modern çağ suçlu, iş hayatı suçlu vs. Bu bakış açısı da bizi soruların çözümüne yabancılaştırıyor. Kendi dışımızdaki bir sorunu bizim çözebilmemiz mümkün değildir. Soruna bu şekilde yabancılaşan bir bireyin çözüm önerisi de çözüme katkısı da olmayacaktır. Sorunun çözülmesini isteyen öncelikle kendini sorgulamakla işe başlamalıdır. O zaman göreceğiz ki birer birer hepimiz bu sorunun tam göbeğindeyiz.
Sorunu devlet çözecekse devlet biziz, toplum çözecekse toplum biziz. Sorun geleneklerse gelenekleri yaşatan biziz. Sorun eğitimse eğitimi veren de alan da biziz. Sorunu oluşturan da bu sorunu çözecek olan da biziz. Biz yani ben.
Her şeyden önce ben bu sorunla yüzleşmeliyim. Kendi hayatımda bu sorunun ne düzeyde olduğunu tespit etmeliyim. Şiddetin yayılmasında bir birey olarak benim etkim ne oranda. Kendimden hareketle etrafımdakileri anlamak ve çözmek yolunda bir adım atabilirim ancak.
Kızdığımız insanları, yapmasanız bile, evire çevire dövmekten söz ediyorsak, canımızı sıkanları Taksim’de sallandırmaktan bahsediyorsak, en ufak bir sıkıntıda sesimizi yükseltiyorsak şiddet sorununun çözümüne katkıda bulunamayız. İliklerimize kadar işlemiş olan bu sorunun öncelikli çözümü onu önce kendi bünyemizden söküp atmaktır. Bizim etrafımızda görüp eleştirdiğimiz fiziksel şiddetin düzeyi çok yüksek olduğu için dikkatimizi çekmektedir. Son patlama noktasındaki şiddetin çok küçük parçalarını üzerimizde taşıdığımızı ve bunlarla bir birey olarak mücadele etmezsek o patlamayı her birimizin yaşayacağını unutmamamız gerekiyor.
Hayatımızı karartan sadece bu fiziksel şiddet de değildir. Fiziksel şiddetin yanı sıra  duygusal şiddet, cinsel şiddet, ekonomik şiddet ve sözel şiddet  de hayatımızı aynı oranda hatta daha fazla karartmaktadır. Bu karanlıktan çıkmanın yolu ilk ışığı kendimizde yakmaktır. Biz yanarsak o zaman aydınlanır etrafımız. Birbirimizin ışığıyla hep birlikte bugünü ve geleceği aydınlatabiliriz.
Yoksa kendi hayatından şiddeti çıkaramayanların televizyon karşısında birkaç dakikalık empatisiyle bu sorun çözülemez. Böyle bir sorunun çözümü için elbette kurumlarımızın, sivil toplum örgütlerinin çalışmaları olmalı, hukuki tedbirler alınmalı, mağdur olan insanların hakları sonuna kadar aranmalı. Ama bunlar yeterli değildir sorunun çözümü için. Sorunun kaynağındaki insan sorunun da çözücüsüdür.
Mevlana, “Muhabbet ve merhamet, insanlığın; hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır.” der. İnsanlık hasletlerini kuşananlar yeryüzünü yaşanılır kılarlar. Hayvanların sıfatlarını yüklenenlerin ise vahşilikten başka sunacakları bir şey olamaz. Hiddetle, şiddetle karısının, çocuğunun üzerinde güç sahibi ve söz sahibi olacaklarını düşünenler asıl gücün sevgi ve merhamette gizli olduğunu bilmeyenlerdir. Yaralayan, öldüren değil tedavi eden, merhamet eden kazanır her zaman. Allah yüreğimizdeki  merhamet ve muhabbeti artırsın.


Dil&Anlat - Sayı 16 - Mart 2014

7 Ocak 2014 Salı

SEN İSTERSEN

Her şey senin elinde.
Sen istersen yaşadığın her  yer cennet olur.
Sen istersen acılar diner.
Sen istersen açlar doyar.
Sen istersen ağlayanlar güler.
Sen istersen huzur kaplar yeryüzünü.
Sen istersen gökyüzü, sular ve hava temizlenir.
Yeter ki iste.
Ama gerçekten iste.
Yeni yılın ilk günlerinde ne güzel dileklerle süsledik her yeri. Mutluluk olsun, sağlık olsun, huzur olsun, barış olsun, herkes gülsün… Bunları istiyor olmak güzel ama istemek yeter mi? İstediğimiz şeylerin bir bedeli yok mu? Hiçbir bedel ödemeden bunlara ulaşmak mümkün mü?
Bedel ödemeyi olumsuz olarak algılamayın, Herhangi bir şeyi  isterken bunun karşılığında bizim feda ettiklerimiz onu ne kadar istediğimizin de göstergesidir. İstediklerimizin bizi değiştirme gücü vardır; eğer gerçekten istiyorsak. Bazıları gerçekten istemez, istiyormuş gibi görünür. Çünkü istediklerinin kendi içinde bir karşılığı yoktur. Söylediğine, istediğine ilk önce kendisi inanmaz. Eğer inanırsa öncelikle kendinin değişmesi gerekir.
Siz değişmezseniz istediklerinizin olma ihtimali yoktur. Etrafınıza bakın lütfen kendini değiştirmeyi becerememiş ama dünyayı değiştirmeye çıkmış ne kadar çok insanla karşılaşacaksınız. Dünyaya mutluluk getireceğini söyleyen ama kendi hayatında mutluluğun kırıntılarını bile bulamayacağınız ne çok insan var etrafınızda. Ya da sahip olduğu mutluluğu başkalarının mutsuzluğuna borçlu olan insanlar yok mu dünyada?
İnsan olarak yüklendiğimiz sorumluluktan kaçamayız. Yeryüzünde eşref-i mahlukat olmanın bir bedeli vardır. Bu bedeli ödemeyen yeryüzüne mutluluk, huzur getiremez.
İnsan için eşref-i mahlukat denir ama aynı zamanda insan kendi dışında her şey olabilen bir varlıktır. Bazen melek, bazen şeytan, bazen hayvan, bazen bitki (odun ya da çiçek) olabilen bir varlıktır. Öyle ki bazen tanrı olduğunu bile iddia edebilmiştir insan. Bu kadar çok şey olabilen bir varlığın kendi/insan olabilmesi çok güçtür. Kendi olabilmesi de başka bir şey olmaktan vazgeçmesi ile mümkün olacaktır. İnsan olabilmenin bedeli de budur.
Kendi hazlarımızın kurbanı olmayacağız, aynı şekilde başkalarını bizim isteklerimiz doğrultusunda kurban etmeyeceğiz. Bu dünyaya gelmiş her varlığın dünya üzerinde en az bizim kadar hakkı olduğunu unutmayacağız. Başkalarının en doğal haklarını elinden almaya çalışır ya da buna destek olursanız aslında kendi haklarınızın da elinizden alınabileceğine inanmış olursunuz. Başkalarının acı çekmesini normal karşılarsanız siz onlardan daha çok acı çekersiniz. Elinizdekini paylaşmayı bilmezseniz, dünyadaki açlıktan şikayet edemezsiniz. Başkasının aşkını yasaklarsanız, kendi aşkınızın büyüklüğünden söz edemezsiniz. Güzel ve doğru olanı göremezseniz/inkar ederseniz kendi doğrularınızı anlatamazsınız. İnsana inanmazsanız insanı kuramazsınız. Gerisi lafügüzaf.
Hepimiz kendi yaptıklarımızın karşılığını alacağız. Hem bu dünyada hem ahirette. Ne ektiysek onu topluyoruz/toplayacağız. Kimse sorumluluğu başkasının üzerine atmasın.
İstediklerin/dilediklerin elbette önemlidir. Çünkü istemek eyleme geçmenin ön şartıdır. Ama eyleme geçmemiş dilek sadece bir dilektir o kadar. O yüzden istediklerinden ziyade yaptıklarındır önemli olan. Yaptıklarının karşılığını alırsın. Unutma:
Barış istiyorsun, ama savaş tamtamlarını çalan ve savaşı çıkaran sensin.
Huzur istiyorsun, ama huzuru bozan da huzursuzluk çıkaran da sensin.
Adalet istiyorsun, ama adaletsizliğin kaynağı sensin.
Bilmek istiyorsun, ama bildiğini saklayan ve cehaleti çoğaltan sensin.
Doğruyu arıyor ve istiyorsun, ama yalanı yayan sensin.
Hoşgörü istiyorsun, ama başkalarından, başka düşüncelerden, inançlardan nefret eden sensin.
İyilik istiyorsun, ama kötülük eden de kötülüğün yayılmasına aracılık eden de sensin.
Sevgi istiyorsun, ama sevmeyi beceremeyen sensin.
Aşk istiyorsun, ama aşkını katleden sensin.
Cennet istiyorsun, ama yeryüzünü cehenneme çeviren sensin.
Bu yüzden mutsuzsun, huzursuzsun, cahilsin, hoşgörüden yoksunsun, kötüsün, her şeyden nefret ediyorsun ve kendi cehenneminde yaşıyorsun.
Ama yine unutma ki sen eşref-i mahlukatsın. Eğer istersen, gerçekten istersen dünyanın en huzurlu ve mutlu varlığı olur, yeryüzünü de bir cennete çevirebilirsin. Eğer gerçekten istersen, bütün varlığınla istersen.
Dil&Anlat- Ocak 2014