9 Haziran 2014 Pazartesi

HER ÖLÜM BİR DİRİLİŞTİR...

Korkularla dolu bir çocukluktu yaşadığımız. Etrafımızdaki her şey tehlikeliydi, bizi koruyacak olanlar her zaman yanımızda olamazdı. Hata yapmamalıydık, hata yaparsak çok büyük zararlar görebilirdik. Rüyalarımızı, hayallerimizi bile kontrol etmeliydik. Korkarak yaşıyorduk, her şeyden korkarak. Yaşamaktan korkmak öğretilmişti bize.
Gençtik ve hata yapmaktan korkmadan yaşamaya karar vermiştik, ama başkalarına göre gençlik başlı başına bir hataydı. Gençlik adına neye sahipsek, ne yaptıysak,  her şey ama her şey. İsteklerimiz saygısızlık, umutlarımız başıbozukluk, yaşama sevincimiz züppelik olarak görülürdü.
Kendimizi güçlü hissettiğimiz, bir kartal gibi kanatlanmaya, artık zirvelere doğru süzülmemiz gerektiğine inandığımız zamanlardı. Ama güçsüz olduğumuza, uçamayacağımıza inandırıldık, kanatlarımız kırıldı hayal kurmayı unutmuş büyükler tarafından.
Hayallerimiz çalındı, çok genç yaşta yüklendi hayatın ağır sorumlulukları sırtımıza. Yaşayamadık gençliğimizi, çocukluğumuzu yaşayamadığımız gibi. Şimdi içimizde bir yerlerde kaybolmuş/ölmüş çocuğu bulmaya/diriltmeye çalışıyoruz. Bütün çocuklarda ve bütün gençlerde onun izlerini arıyoruz, onun ilhamını arıyoruz; onlarda bulursak bizim içimizdekini de buluruz diye. Bize yeniden can verecek, güç verecek, yaşamayı öğretecek tılsım onda gizli. Aramak da sıkıntılı bir yolculuk ama bu yolculuğu da göze almazsak yaşamı anlamamız mümkün olmayacak.
Yolculuk zor, yolculuk korkutucu. Herkesle, her şeyle ve -tabi en zoru- kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor. Hesaplaşmanın, savaşmanın sonunda yıkıntıların arasından yeni bir ruh, yeni bir can, yeni bir bahar fışkıracak. Baharımız için kışımızı yaşamamız gerekiyor, ölüp dirilmemiz gerekiyor.
Ölüm ne kadar da ağır bir kelime. Oysa ölüm yaşamın kendisi, yaşamın anlamı. Onu gerçekten hatırlayabilsek yeniden yaşayabiliriz. Ölümü unuttuk, onun için yaşamayı da unuttuk. Oysa yaşam ölümle anlaşılır. Ölenlerle yaşamamın anlamını kavrarız. Ölüm hakikat ise yaşam da hakikat.
Ölümü ve yaşamı anlamak için sorduğumuz soruların cevaplarını veremedi büyükler, büyük bir şaşkınlıkla içinde yaşadığımız dünyada bize yol göstereceğine inandığımız büyükler bizi kovdular huzurlarından. Saçma sorularla canlarını çok sıkmadan yanlarından ayrılmamızı istediler. Onların canı sıkılmasın diye biz kendi canımızı sıktık. Sonra anladık ki anlamak istediğimiz ne varsa hayatlarından kovmuştu büyüklerimiz. Ölümü de kovmuşlardı hayatlarından. Ölüm unutulmuştu, ölümün bir anlamı yoktu onların yaşamında. Birinin ölümüyle hatırlanan, mezarlıklarla sınırlı, birkaç ayet ve duaya sıkıştırılmış işlevi olmayan bir şeydi ölüm onlar için.
“Doğumla ölüm başlar, son günümüz ilkin sonucudur.” der Manilius. Ölümü kovan büyüklerim aslında yaşamı da kovmuşlardı farkında olmadan. Ölüm yoktu ve yaşam da yoktu. Yaşamadıklarının farkında bile değillerdi. Ve bize de yaşamamayı öğretiyorlardı; sevmemeyi, hayal kurmamayı, umut etmemeyi. Yeryüzünde kendi varlığından bihaber birer ceset olmayı kim ister? Farkında değillerdi ama her biri birer cesetti. Yaşadıklarını zannediyorlardı ama  hayal kurmayan, sevmeyen, aramayan, sorgulamayan, acıyı ve ölümü hissetmeyen biri yaşıyor olabilir mi hiç?
Ölümü unuttukları için yaşamı da unuttular onlar ve bize de  unutturdular. Ama ölüm, o değişmez ve yaşamın habercisi hakikat kendini her zaman hatırlattı. Elimizde olduğunu sandığımız her şeyi alarak hatırlattı kendini; kendimize gelelim diye, yaşamayı bilelim diye, insanı bilelim, kendimizi bilelim diye.
Unutmamak gerekir aslında her doğum bir ölümdür ve her ölüm bir diriliştir...


TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2014 - 20. SAYI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder