7 Mart 2014 Cuma

MERHAMET

Siz de şiddete karşı mısınız, herkes gibi?  Şiddete başvuranları sabah akşam lanetliyor musunuz?  Haber bültenlerinde ekranlardan fırlayıp evlerimizin içinde yankılanan şiddet mağduru kadınların, çocukların çığlıklarına bir an kulak kabartıp toplumun ne kadar bozulduğunu mu düşünüyorsunuz? İnsanların ne kadar eğitimsiz olduğunu, bu sorunun çözülmesi için devletin bütün birimlerinin en kısa zamanda tedbirler alması gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Yukarıdaki sorulara toplumumuzun büyük bir çoğunluğu “evet” cevabını verecektir sanıyorum. Şiddetin gittikçe yaygınlaştığını düşündüğümüz şu zamanlarda devletin müdahalesiyle bu sorunun çözülebileceğine dair bir düşüncemiz, umudumuz var. Var ama insandan kaynaklanan bir sorundan söz ettiğimizi hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Mayasında iyilikle birlikte kötülüğün de olduğu insan, dışardan müdahale ile ne kadar doğruya meyledebilir? İnsanın kendisi istemedikten sonra ona doğruyu nasıl anlatabilirsiniz? Yanlışını fark etmeyen insana doğruyu gösterebilir misiniz? Yaşadığı karanlığı tek gerçek olarak gören birini aydınlığa inandırmak ne kadar mümkündür?
Elbette mümkündür her şey. Öncelikle insanın kendi yanlışını fark edip doğruyu aramak gibi bir derdi olsun yeter ki.  Böyle bir derdi olmayanı değiştirmek mümkün değildir. Ne kadar güçlü olursanız olun  zorla bir insanı değiştiremezsiniz, kendisi istemediği müddetçe.
Tasavvuf felsefesiyle ilgilenir misiniz bilmiyorum. Benim bu felsefi anlayışta hoşuma giden bir taraf var: Merkezine bireyin kendisini koyması. Yani inançla ilgili insanın temel bir sorununu ele alırken insanın öncelikli hedefinin kendini tanıma eylemi olduğunu vurgulayan bir  anlayışa sahip olması. İnsanın en büyük mücadelesini kendisine karşı vermesi gerektiğini ifade etmesi. En temel sorunun nefis terbiyesi olduğunu vurgulaması... İnsanın varoluş yolculuğunu da insanın kendisine doğru bir yolculuk olarak tanımlanması benim tasavvuf felsefesinde değer ve önem verdiğim bir noktadır.
Bizim en büyük problemimiz sorunların kaynağı olarak hep kendi dışımızdaki bir takım sebepleri göstermemiz. “Suçlu olan kim?” diye sorulduğunda verdiğimiz cevapları bir düşünün isterseniz: “Devlet suçlu, eğitim suçlu, toplum suçlu, gelenekler suçlu, erkekler suçlu, kadınlar suçlu, yeni nesil suçlu, modern çağ suçlu, iş hayatı suçlu vs. Bu bakış açısı da bizi soruların çözümüne yabancılaştırıyor. Kendi dışımızdaki bir sorunu bizim çözebilmemiz mümkün değildir. Soruna bu şekilde yabancılaşan bir bireyin çözüm önerisi de çözüme katkısı da olmayacaktır. Sorunun çözülmesini isteyen öncelikle kendini sorgulamakla işe başlamalıdır. O zaman göreceğiz ki birer birer hepimiz bu sorunun tam göbeğindeyiz.
Sorunu devlet çözecekse devlet biziz, toplum çözecekse toplum biziz. Sorun geleneklerse gelenekleri yaşatan biziz. Sorun eğitimse eğitimi veren de alan da biziz. Sorunu oluşturan da bu sorunu çözecek olan da biziz. Biz yani ben.
Her şeyden önce ben bu sorunla yüzleşmeliyim. Kendi hayatımda bu sorunun ne düzeyde olduğunu tespit etmeliyim. Şiddetin yayılmasında bir birey olarak benim etkim ne oranda. Kendimden hareketle etrafımdakileri anlamak ve çözmek yolunda bir adım atabilirim ancak.
Kızdığımız insanları, yapmasanız bile, evire çevire dövmekten söz ediyorsak, canımızı sıkanları Taksim’de sallandırmaktan bahsediyorsak, en ufak bir sıkıntıda sesimizi yükseltiyorsak şiddet sorununun çözümüne katkıda bulunamayız. İliklerimize kadar işlemiş olan bu sorunun öncelikli çözümü onu önce kendi bünyemizden söküp atmaktır. Bizim etrafımızda görüp eleştirdiğimiz fiziksel şiddetin düzeyi çok yüksek olduğu için dikkatimizi çekmektedir. Son patlama noktasındaki şiddetin çok küçük parçalarını üzerimizde taşıdığımızı ve bunlarla bir birey olarak mücadele etmezsek o patlamayı her birimizin yaşayacağını unutmamamız gerekiyor.
Hayatımızı karartan sadece bu fiziksel şiddet de değildir. Fiziksel şiddetin yanı sıra  duygusal şiddet, cinsel şiddet, ekonomik şiddet ve sözel şiddet  de hayatımızı aynı oranda hatta daha fazla karartmaktadır. Bu karanlıktan çıkmanın yolu ilk ışığı kendimizde yakmaktır. Biz yanarsak o zaman aydınlanır etrafımız. Birbirimizin ışığıyla hep birlikte bugünü ve geleceği aydınlatabiliriz.
Yoksa kendi hayatından şiddeti çıkaramayanların televizyon karşısında birkaç dakikalık empatisiyle bu sorun çözülemez. Böyle bir sorunun çözümü için elbette kurumlarımızın, sivil toplum örgütlerinin çalışmaları olmalı, hukuki tedbirler alınmalı, mağdur olan insanların hakları sonuna kadar aranmalı. Ama bunlar yeterli değildir sorunun çözümü için. Sorunun kaynağındaki insan sorunun da çözücüsüdür.
Mevlana, “Muhabbet ve merhamet, insanlığın; hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır.” der. İnsanlık hasletlerini kuşananlar yeryüzünü yaşanılır kılarlar. Hayvanların sıfatlarını yüklenenlerin ise vahşilikten başka sunacakları bir şey olamaz. Hiddetle, şiddetle karısının, çocuğunun üzerinde güç sahibi ve söz sahibi olacaklarını düşünenler asıl gücün sevgi ve merhamette gizli olduğunu bilmeyenlerdir. Yaralayan, öldüren değil tedavi eden, merhamet eden kazanır her zaman. Allah yüreğimizdeki  merhamet ve muhabbeti artırsın.


Dil&Anlat - Sayı 16 - Mart 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder