25 Haziran 2013 Salı

DÜRÜSTLÜK ZOR İŞ

Bu ülkenin en büyük sorunu dürüstlüktür. Herkesin dürüstlüğe övgüler dizdiği, ama neredeyse kimsenin dürüst olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Birbirimize dürüst olma üzerine nutuklar atıyoruz, ama dürüstçe düşüncesini ifade edenleri de kınıyoruz. Açıkçası dürüst insanlardan hoşlanmıyoruz.

Karşımızdakilere şirin görünmek adına gerçekleri gizlemek gerektiğini düşünebiliyoruz. Kendi ideolojimizin haklılığına insanları inandırmak adına gerçekleri görmezden gelebiliyoruz. Aynı fotoğrafa bakıp görüneni değil de görülmesi gerekeni konuşabiliyoruz. Görülmesi gereken de genellikle bizim istediğimiz şekilde olmalıdır. Diğeri eleştirilmelidir. Çünkü biz idrakimizi de bağlı olduğumuz ideolojilere teslim ediyoruz. Cemil Meriç’i anmadan geçmek mümkün değil: “İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı.”

12 Haziran 2013 Çarşamba

TUTSAK


"Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede"            

İlk sigara yasağının başladığı günlerde, tanıdığım bir hemşire anlatmıştı. Yanında çalıştığı doktor, bu yasağa çok sinirlenmiş. Bu yasağın hastalarına bir iyilik değil, kötülük olduğunu söylüyormuş. Çünkü kendisi sigara içmezse sinirleniyormuş. Sinirlenmesinin doğal sonucu da bu siniri hastalarına yansıtması olurmuş. Bu durumda hastalara iyi hizmet veremezmiş.

Bu sözleri anlayışla karşılayabilir miyiz? Doğal olarak hepimiz hastanelerde iyi hizmet almak isteriz. Bu durumda sayın(!) doktorun söyledikleri bizim açımızdan mantıklı mıdır?

İsterseniz bunun üzerine bir benzer hikayeyi de biz ifade edelim. Kahramanımız bir öğretmen, bir memur, herhangi biri olabilir. Biz öğretmen diyelim. Öğretmenimiz diyor ki: “Ben sigara içmezsem  çok sinirli olurum, elim ayağım titrer. Sınıfta bu durumda ders anlatamam. Bu sinirimi öğrencilere yansıtırım. İyi ders anlatamam.. Sigara yasağı bana ve öğrencilerime yapılmış büyük bir haksızlıktır.”

Bunlar da anlayışla karşılanabilir değil mi? Peki o zaman hikayemizde biraz değişiklik yapalım isterseniz. Sadece bir sözcüğü değiştirelim. “Sigara” yerine “uyuşturucu, esrar, morfin” sözcüklerinden birini getirerek yeniden okuyalım yukarıdaki hikayeleri. Ne dersiniz hala anlayış gösterebilir miyiz? Yoksa kahramanlarımızın hasta olduğunu, muhakkak tedavi olmaları gerektiğini mi düşünürüz?

Sanırım, birçoğunuz kahramanlarımızın hasta olduğunu iddia edeceksinizdir. Bir doktorun, öğretmenin ya da kamuda çalışan bir memurun uyuşturucu kullanımını anlayışla karşılamanın doğru olmayacağını söyleyeceksiniz. Söz konusu maddeyi kullanması durumunda görevini yerine getiremeyeceğini ve muhakkak görevinden uzaklaştırılması gerektiğini de ekleyeceksiniz. O zaman ben de size yanlış yaptığınızı ve tutarsız olduğunuzu söyleyeceğim. Çünkü nitelik olarak yukarıdaki örneklere göre sigara ya da uyuşturucu kullanmak arasında bir fark yoktur. Söz konusu olan bağımlılıksa neye bağımlı olduğunuzun çok önemi yoktur. Bağımlı olduğunuz şey sizin işinizi doğru yapmanıza engel olacaksa onun adının ne olduğu önemli değildir. Siz hastasınız ve tedaviye ihtiyacınız vardır.

Bir yanlış toplumda ne kadar çok artarsa onu anlayışla karşılama eğilimi de o kadar artıyor. O yüzden insanların hayatını kolaylaştırmak ve güzelleştirmek amacıyla konulan kurallara uymayan insanlar sürekli olarak anlayışla karşılanmak istiyorlar. Çünkü yanlış o kadar yaygın hale gelmiştir ki onun yanlış olduğunu bile düşünmemektedir. Düşünse bile, “Haklısınız ama …” diye başlayan bir sürü bahane cümlesi ile önünüze yanlışının anlayışla karşılanması gerektiğini ifade eden tutarsız bahaneler sıralayacaktır.

Peygamberlerin, gönderildikleri topluluklardaki en büyük mücadelesinin yaygın hale gelmiş yanlışlarla olduğu düşünülürse bu sorunun tarihsel kökenleri de anlaşılır sanırım. İnsan ciddi bir uyarıcı ile karşılaşmadan yanılışının farkına varamıyor.

Bir de meselenin diğer bir boyutuna değinelim. Bağımlı olan insanlar düşüncesizdirler. Kendilerinden başkasını düşünmemektedirler. Etraflarındakilerin rahatsız olabileceklerini düşünmezler. İçtiği sigaranın etraftakileri rahatsız ettiğini düşünmezler. Sarhoş sokaklarda naralar atarken insanların rahatsız olduklarını düşünmez. Uyuşturucu bağımlısı, insanların kendisinden neden rahatsız olduğunu anlamakta zorlanır. Kendi özgürlük ve hakları konusunda aslan kesilen bu insanların başkalarının hakları ve özgürlüklerine hiç saygılarının olmamasını düşüncesizlik dışında sözcüklerle de ifade etmek mümkün...

Sigara içmenin yasak olmadığı zamanlarda, öğretmen odalarında sigaraların tüttürüldüğü zamanlarda, hamile olan bir  bayan öğretmenimizin, sigara içen arkadaşlardan öğretmenler odasında  daha az sigara içmeleri için bir ricası olmuştu. Sigara içen bir diğer arkadaşımızın tepkisi ne kadar düşünceli(!) olduğunu göstermişti: “Rahatsız oluyorsan öğretmenler odasına gelmezsin!”

Sigaranın ya da başka bir maddenin tutsağı durumundaki bireylerin konumları ne olursa olsun gençlere verebilecekleri bir şey yoktur.  Bağımlı olduğunu bildiği halde bundan kurtulmak yerine bunun anlayışla karşılanmasını isteyen ve başka insanların haklarını hiçe sayan tutsakların önce kendilerini bu tutsaklıktan kurtarıp özgürleşmeleri gerekir ki ondan sonra özgürlükten söz edebilsinler. Yoksa kendisi yardıma muhtaç olanın başkalarına yardım etmesi pek mümkün değildir.

 TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2013

 

EVRENİN MERKEZİ


 
İnsanın evrenin merkezi olduğuna dair aforizmaları hepiniz okumuş ya da duymuşsunuzdur. Her şeyin insan için olduğu konusunda  sayısız örnek vermek mümkündür. Evet, her şey insan için. Hatta yaratılmış her şeyin insan için yaratıldığını söyleyenler bile vardır. Bu düşüncelerin doğal sonucu olarak insanın yetişmesi de en önemli nokta olmuştur.

Doğumundan ölümüne kadar her aşaması üzerinde çok çeşitli araştırmaların yapıldığı ve yapılmakta olduğu insanın önemli aşamalarından birisi de hiç kuşkusuz “ergenlik” dönemidir. Öğretmenlik mesleği gereği bu dönemi yaşayan öğrencilerimizle sürekli iletişim halinde olmak zorundayız. Onların bu dönemdeki değişimlerine tanıklık ederken onları sağlıklı birer birey olabilmeleri için desteklemek ve doğru yönlendirmek de bizim asıl işlerimizden birisi. Ama bu işimizi ne kadar doğru yaptığımız tartışılır.

Ergen psikoloji üzerine ne kadar şey okumuş olursanız olun, eğer empati kurmak gibi bir yeteneğiniz yoksa bu gençlere doğruları bulmada yardımcı olmanız pek mümkün değildir. Hepimiz benzer şeyleri yaşadık aslında. Ve yapılması gereken şey sadece kendi yaşadıklarımızı hatırlamak. “Sadece” gibi meseleyi basitleştiren  bir sözcük kullanıyorum, ama bunun ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Çünkü bizler yaşadıklarımızı çok çabuk unutan ve özeleştiri yeteneği çok zayıf olan varlıklarız aynı zamanda. Empati kurmanın zorluğunu bildiğimden en azından kendi yaşadıklarımızı düşünerek gençlerin anlaşılması için hatıralarımıza müracaat etmemiz gerektiğini ifade etmek istiyorum.

Gençlerimizin bedenlerinde ve ruhlarındaki değişimi anlamaya ve  kişiliklerini oluşturmaya çalıştıkları bu dönemde onlara destek olmayacaksak ne zaman olacağız. Bu yaşa getirdik artık başlarının çaresine baksınlar, demek doğru mu? Ya da biz onların yaşındayken kimse  bize destek olmadı, biz ne öğrendiysek, ne yaşadıysak kendimiz yaşadık, onlar da kendileri öğrensin, yaşasın demek doğru mu? Elbette hayır.

Bize kimse destek olmadığı için, biz destek olmayı beceremiyoruz belki de. Hatırlayalım, isyanlarımıza kulak vermediklerinde, aşkımızı anlamadıklarında, bizim için çok önemli olan yaşadıklarımızı küçümsediklerinde nasıl da yaralanırdık.  Şimdi neden bizler yaralıyoruz bu gençleri. Neden anlamıyoruz isyanlarını, aşklarını, kendilerini beğendirme çabalarını? Nedir bizi bu kadar anlayışsız hale getiren? Kendi yaşadıklarımızı illa çocuklarımız da mı yaşamalı?

Kendi bedeniyle ve ruhuyla büyük bir kavgaya tutuşmuş gençlerimizin bu kavgadan yara almadan çıkabilmesi için yardım etmek gerekirken neden bir kılıç darbesi de biz indiririz? Neden ruhlarında derin yaralar açarız. “Bizi ilerde anlayacaklar.” deyip açtığımız yaralara bahaneler üretmekten vazgeçip ne anlayacaklarsa şimdi anlamaları için yardım edelim, becerebilirsek.  Unutmayalım ki yaraladığımız  geleceğimizdir.

Eğitimi önemsiyorsanız, insanı önemsemeniz gerekir. Eğitim süreci dediğimiz süreç, sadece gençlerimize bir takım bilgileri verme süreci değildir. Öyle olduğuna inanıyorsanız, ifade ettiklerimizin sizin için bir anlamı olmayabilir. Verdiğimiz bilgilerin birçoğu unutulacak, ama onlara kazandırdığımız davranışlar ömrünce onunla olacak ya da yüreklerinde açtığımız yaralar ömrünce sızlayacak.  Bizim işimiz hayatın daha başında olan bu gençlerin zaten sıkıntılı olan yüreklerine yeni sıkıntılar atmak, zaten yaralı olan ruhlarında yeni yaralar açmak değil; sıkıntılarına çare, yaralarına merhem  olmaktır.

Evrenin merkezi olduğunu söylediğimiz insan her yaşında saygıyı  hak eder.  Gençlerimize  gereken saygıyı  ve ilgiyi gösterelim.
 
TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2013

 

3 Haziran 2013 Pazartesi

SORGULAMA


Bütün dünyaya bir çocuk saflığı ve hayretiyle bakabilmeyi hayatımızın her anında becerebilsek. Dünyaya ve yaşananlara karşı merakımızı koruyabilsek. Anlama isteğimizi hiç kaybetmesek.  Büyürken bize öğretilenlerin doğruluğu ile ilgili kuşkularımızı koruyup, onları sorgulama yeteneğimizi geliştirebilsek. Çocukluğun anlama ve sorgulama isteğini tüm hayatımıza yayarak devam ettirebilsek.

Yıllardır  öğrencilerimizi sorgulayan, düşünen, araştıran, demokratik bir kimliğe sahip insanlar olarak yetiştirme iddiasında bulunuyoruz. Ya da bu doğrultuda yetiştiremediğimiz için hayıflanıyoruz. Ne iddiamızın ne de hayıflanmalarımızın gerçeği yansıtmadığını yaşayarak öğrenmiş olmanın üzüntüsünü taşıyorum.
Çocukluğumuzda çok basit sorularımızla ilk bilgi alabileceğimiz insanlara, anne babalarımıza müracaat ederiz. Çoğunlukla bizleri başlarından savan büyüklerimiz, sorularımıza cevap vermek yerine azarlamayı tercih ederler. Çocuk saflığı ile sormuş olduğumuz sorular; ayıp, günah gibi anlamakta zorlandığımız  kavramlarla şiddetli bir biçimde bize iade edilmekteydi.  Biz bazı şeyleri sormanın doğru olmadığını ve bazı cevapları aramanın yanlış olduğunu öğreniyorduk .

Okula başladığımızda sorularımıza cevap verebilecek daha bilgili öğretmenlerimiz vardı. Onlar bizim bütün sorularımıza cevap verebilecek donanıma sahipti. Ne sorsak cevap verirlerdi. Onlar bize yol gösterecek, yolumuzu aydınlatacak olanlardı. Bir süre de aydınlattılar nitekim. Ama merakımız bitecek gibi değildi. Öğrendiğimiz şeyleri iyice bellediğimiz taktirde bir sorun yoktu. Ama onları sorgulamaya başladığımızda sorunlar da başladı. Bizden istenen şeyin sorgulamak olmadığını, sadece öğretilenleri sorgulamadan kabul etmek olduğunu öğrendik. Soru sormak yine yasaktı. Sadece öğretildiği kadarını bilmemiz isteniyordu. Fazlası bazen tehlikeli, bazen yasaktı. Fazlasını öğrenmeyi istiyorsak bunu ancak kendimiz başarabilirdik.

Bir kısmımız bu sorgulamanın insana mutsuzluk getirdiğini fark ederek sorgulamaktan vazgeçip büyüklerin alışkanlıkları ile yaşamayı tercih ettik. Ama içlerindeki merak duygusunu dizginleyemeyen, sorgulayan arkadaşlarımız sıkıntılı bir yaşama adımlarını attılar.

Size öğretilenlere dair soru sormuyorsanız bir sıkıntı yaşamıyordunuz. Ama soru soruyorsanız, araştırıyorsanız mutlu bir biçimde hayatlarını devam ettiren insanları huzursuz ediyordunuz. Her şeyi onaylıyorsanız, istenenleri hiçbir şekilde sorgulamadan yapıyorsanız, bir asker gibi emirleri yerine getiriyorsanız sizden iyisi yoktu. İyi öğrenci, iyi memur, iyi vatandaş olarak tanımlanıyordunuz. Oysa soru soranları kimse sevmiyordu. Soru soranlar uyumsuz, problem çıkaran, düzeni bozan, kafası karışık, işe yaramaz, adam olmaz vb. sıfatlarla tanımlanıyordu. İyi öğrenci, iyi çalışan, iyi memur, iyi asker, iyi vatandaş olmak istiyorsanız soru sormamalıydınız. Bütün bir eğitim sistemi, çalışma şartları ve yaşananlar bize bunu öğretiyordu.

Bu ifadeler  hoşumuza gitmiyor olabilir. Ama gerçekler insanı huzursuz edecek nitelikte. Düşündüğünüz ve sorguladığınızda yaşamın hiç de iddia edildiği gibi güllük  gülistanlık olmadığını görüyorsunuz. Bunu haykırdığınız anda, diğer insanları da düşünmeye ve sorgulamaya davet ettiğinizde hedef siz oluyorsunuz. Dünya tarihi kendi toplumunun doğrularını sorgulayan ve bunun acısını çeken, çok büyük bedeller ödemek zorunda kalan gerçek kahramanlarla doludur. Yerleşik alışkanlıkları sorgulamak, yanılgıları ortaya koymak hiç de kolay değildir. Şükürler olsun ki bu zorlu mücadeleyi tercih eden insanlık kahramanları her dönemde olmuştur. Bütün olumsuzluklara rağmen sorgulamaktan ve araştırmaktan vazgeçmeyenler bizi bugüne ulaştıranlar kahramanlardır. Bugünün bilimsel, toplumsal gelişmelerinin tamamını sorgulamaktan vazgeçmeyen bu insanlara borçluyuz. Bu insanlar var olduğu müddetçe  insanlık daha iyiye ve daha güzele doğru yolculuğunu devam ettirecektir.

Eski Yunan filozofu Sokrates, "Sorgulanmayan, üzerinde düşünülmeyen hayat yaşanmaya değmez." der. Yaşadıklarınızı, varlığınızı, kazandıklarınızı, kaybettiklerinizi, inandıklarınızı, inanmadıklarınızı vs. sorgulamıyorsanız; bunlar üzerine düşünmüyorsanız sizi diğer canlılardan ayıran hangi özelliğiniz olabilir ki. Eğer insanın üstün bir varlık, düşünen bir varlık, eşref-i mahlukat olduğunu iddia ediyorsanız buna uygun bir yaşam sergilemeniz gerekir. Diğer türlüsü insana yakışan bir yaşam değildir zaten. Ya da Cemil Meriç’in deyişiyle “Kendini alışkanlıkların ağına fırlatmak ve kurtulmak. Neden kurtulmak? Hayattan. Keşke ölseydik.”

Sorgulanmaktan korkan, eleştiriye açık olmayan, kapalı bir biçimde yaşamayı tercih eden insanlar, yönetimler kendilerini sarsacak insanlarla er ya da geç karşılaşacaktır. Bu karşılaşmaya herkesin hazır olması gerekmektedir.

Kendinizi alışkanlıklar ağına fırlatıp yaşarken ölmeyi tercih edebilirsiniz. Böylece sahte bir mutluluk elde etmeniz de kuvvetle muhtemeldir. Ama içinizdeki çocuk, uykuya yatırılmış çocuk bir gün muhakkak uyanacaktır. Eğer yaşamı önemsiyorsanız o çocuğun uyanmasına engel olamayacaksınız, siz ne kadar engel olmak isteseniz de onu uyandıracak birileri karşınıza çıkacaktır. O çocuk uyandığında sahte mutluluklarla avunamayacaksınız. Hazırlıklı olun. Bundan kaçış yok. Önünde sonunda yaşadıklarınızı sorgulamak zorunda kalacaksınız. Ne zaman ki sorgulamayı bitirirsiniz, o zaman insan da insanlık da biter.


DİL&ANLAT - Mayıs 2013