25 Kasım 2015 Çarşamba

İNSAN UMUTTUR...

“Ağlamadan
dillerim dolaşmadan 
yumruğum çözülmeden gecenin karsısında 
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı 
üzerime yüreğimden başka muska takmadan 
konuşmak istiyorum.” (İsmet Özel)
Her yazıya başlarken gelip zihnime takılan bu mısralarla başlamak istedim bu sefer. Ama başladığım hiçbir  yazıda yazmak istediklerimin hepsini yazamadım. Bazen muhataplarımı düşünmem, bazen de yüreğimin aklımı ele geçirmesi sebebiyle kelimelerim zincirlenip kaldı zihnimde. O yüzden yazdıklarım düşündüklerimin küçük bir parçası oldu çoğu zaman.
Bu yazının konusu benim mesleğim. Ve ben kendimle ilgili konuşmaktan çok hoşlanmam. Kendimi anlatırken kendime karşı dürüst olabilirim ama size bu dürüstlüğün ne kadarını yansıtırım bilemiyorum. Hoşunuza gitmeyecek şeyleri yazarsam okumaya devam eder misiniz? Haklı olabileceğimi düşünür müsünüz? Yoksa yüzünüzü buruşturup dergiyi bir kenara mı bırakırsınız? Ne beklersiniz benden? Nasıl bir yazı yazmamı istersiniz? Dürüstçe ne düşündüğümü duymak ister misiniz? Yoksa yıllardır dilinize doladığınız, kulaklarınıza çalınıp duran ezberleri mi duymak istersiniz benden?
****
Modern dünyada hiçbir şeyi hakkıyla düşünmeye vaktimiz yok. Her şeyi geçiştirmek zorundayız. Çünkü acele yaşıyoruz. Yetişmek zorunda olduğumuz o kadar çok şey var ki düşünmeden hareket etmek zorundayız. Düşünmek vakit kaybıdır modern insan için. “Düşünme,/ Arzu et sade!/ Bak, böcekler de öyle yapıyor.” demiş Orhan Veli. Sanırım modern insanın yapması gereken de bu. Belki biz de bir sabah Gregor Samsa gibi büyük bir böcek olarak uyanabiliriz.
Herkes için bir gününüz olursa onları çokça düşünmenize gerek yoktur. Doktorlar için bir gün, hemşireler için bir gün, polisler için bir gün, öğretmenler için bir gün; anneler için bir gün, babalar için bir gün, çocuklar için bir gün, yaşlılar için bir gün; hasta hakları için bir gün, çocuk hakları için bir gün, insan hakları için bir gün vb. Arka arkaya sıralanınca ne kadar da düşünceli bir topluluk olduğumuz düşünülebilir. Herkesi düşünecek bir günümüz vardır, ama  yukarıda bir kısmını saydığım hiçbir topluluk bir güne sıkıştırılacak  kadar değersiz değildir. Her biri için uzun uzun değerlendirmeler yapılabilir, ama biz öğretmenlere dönelim isterseniz.
Bir bilgeye, “Öğrencilerinize dua etmeyi öğretiyor musunuz?” diye sormuşlar. O da şöyle cevap vermiş: “ Ben onlara dua  etmeyi değil, bir dua gibi yaşamayı öğretiyorum.” Anlatmak istediğim de tam da bu işte. İnsanlara öğretmenliğin faziletlerini ezberletip durmak değildir doğru olan. Asıl yapılması gereken bu mesleğe itibarını iade edecek bir yaşama dönülmesidir. Öğretmene verilen değer çocuklarımıza verilen değerin de göstergesidir, geleceğimize verilen değerin göstergesidir. Çocuklarınızı, geleceğinizi bu kadar düşünürken onlara yol gösterecek olanlara sadece bir gün itibarlarını iade etmek  ne kadar doğrudur? Sorunun cevabını size bırakıyorum.
Aslında bu konuda bizim de sorumluluklarımızın olduğu bir gerçek. Yıllar boyunca yetiştirdiğimiz öğrencilerimiz bize gereken saygı ve sevgiyi göstermiyorsa şapkayı önümüze koymamız gerekir. Bu itibarın kaybedilmesindeki payımızı unutmamamız gerekir.
Bir harfe kırk yıl köle olunduğu, hocanın atının ayağından sıçrayan çamurun şeref sayıldığı, sınıftaki yerinin cumhurbaşkanından önce sayıldığı bir anlayıştan bu güne nasıl geldiğimizin adamakıllı sorgulanması gerekir. Neyi yanlış yapıyoruz ki öğretmene  mesleğinin hak ettiği saygıyı ve itibarı kazandıramıyoruz.
***
Çok karamsar olduğum düşünülmesin. Bunları söylüyor oluşum bile düzeleceğine olan inancımdandır. İnsan umuttur çünkü. Bizi güzel günlere götürecek küçük küçük güzellikleri görmüyor değilim. O küçük ama değerli adımların bizi yeni bir dünyaya taşıyacağına bütün olumsuzluklara rağmen inanıyorum. Çünkü hayatı değiştiren şeylerin küçük şeyler olduğunu biliyorum.
Biz çocuklarımıza daha güzel bir dünyaya olan inancımızı aşılayabilirsek değişecek bu dünya. Öfkemizi dindirirsek barışın bizi kollarına alacağına inandırabilirsek çocuklarımızı, değişecek bu dünya. Her şeye sahip olarak değil, paylaşarak dünyanın daha huzurlu bir yer olacağına ikna edebilirsek onları, değişecek bu dünya. Asıl mücadele etmeleri gerekenin başkaları değil kendileri olduğuna inandırabilirsek onları, bu dünya değişecek. Onları birbirleriyle yarışan birer yarış atı  olarak görmekten vazgeçersek değişecek bu dünya. Biz değişirsek dünya değişecek.
Görevini hakkıyla yapan; yeni, güzel bir gelecek kurma hayalini kuran; umudunu kaybetmemiş, mesleğinin onurunu her şeyin üstünde tutan; insana ve onun değişebileceğine inanan; aklıyla ve kalbiyle kendini işine veren; öğrencilerini iş olarak değil de geleceği kuracağı birer emanet olarak gören tüm öğretmenlerimin bu günü  ve tüm günleri kutlu olsun. Allah bu öğretmenlerimin yar ve yardımcısı olsun.

DİL&ANLAT - KASIM 2015 - 20. Sayı


19 Ekim 2015 Pazartesi

ŞİKÂYET Mİ? HAYIR...

Sadece son sınıf öğrencilerinin yazılarının olacağı bir dergi çıkarma teklifi ile geldiğinde Nilay, öğrenciler yazı yazarlarsa seve seve onlar için bir dergi çıkarabileceğimizi söyledim. Ama uyarmadan da edemedim: “İşin çok zor.” Son sınıf öğrencilerine duyuru yapıp yanıma gelişini hatırlıyorum Nilay’ın: “Hocam, kırkın üzerinde öğrenci yazı yazacağını söyledi.” Yazıları toplaması için ona iki ay süre verdim; bana mayıs ayında teslim etmesini, en geç mayısın ortasında yazıları bana getirmesini söyledim. Hülasa yazılar bana haziran ayında geldi. Bana gelenler on yazı bir şiir. Kırkın üzerinde öğrenciden sadece on biri yazı verebilmişti Nilay’a.
Bu duruma şaşırdığımı söyleyemem. Her yıl son sınıf öğrencilerinin bir şeyler yapmayı isteyip de üniversiteye hazırlığın bütün dünyalarını kaplamış/karartmış olmasından yapamadıklarını biliyordum. Bu sene de farklı bir durum olmayacaktı. Ama aslında beklediğimden daha fazla yazının çıktığını söyleyebilirim. Ben en fazla beş yazı bekliyordum. On bir yazı gerçekten iyi. Bu on bir eseri ders içinde on ikinci sınıflara yazdırdığım şiirlerle destekleyerek bu sayıyı meydana getirdik.
Evet, bu sayıda sadece 12. sınıfların yazı ve şiirleri var. Onlar okula veda ederken geride son bir iz daha bırakmak istediler. Biz de dergimizin bu sayısını onlara ayırdık. Gönlüm istedi ki çok fazla öğrencimiz okuldan ayrılırken duygularını ve düşüncelerini ifade etsin. Ama içinde bulundukları şartlar gereği çok azının bunu ifade etmesi hüzün verici.
Dört yıl boyunca iyi niyetle emek verdiğiniz öğrencilerinizin öğretmenleriyle ilgili, okullarıyla ilgili neler düşündükleri önemli. Gerçekten ne düşündüklerini açık yüreklilikle ifade edebilseler de biz de sonraki yıllarda eğitim-öğretim anlayışlarımızı bu doğrultuda yeniden gözden geçirebilsek. Okulu yapay bir alan olmaktan kurtarıp gerçek bir yaşam alanına dönüştürebilsek.
Önümüze konulan hedeflerin bir çoğumuzu güzel şeyler yapmaktan alıkoyduğunu da biliyorum. Bu dergide  şu anda yüz civarında yazı yoksa bunun en önemli sebebinin bu hedefler olduğunu söyleyebilirim. Bunu söyleyince bir kısım öğretmen, veli, öğrencinin “Ne yani, üniversite çalışmalarını bırakıp yazı yazmakla mı uğraşsınlar?” şeklindeki itirazları da insanların duygu ve düşüncelerini yazılı olarak doğru ve güzel bir şekilde ifade etmelerinin önemine yapılan düzeysiz itirazlardan biridir. Bir öğrencinin üniversiteye hazırlanıyor oluşu onun kitap okumasına, yazı yazmasına engel olacak bir şey değildir. Ama bunu anlatamıyoruz. Çünkü okumanın ve yazmanın zaman kaybı olarak algılandığı ve algılatıldığı bir süreçten geçen çocuklar, aileler hatta öğretmenlerin bir kısmı bunu anlama becerisini gösteremiyorlar. Bu da çok doğal. Doğal ama aynı insanlar iş hayatına atıldıklarında sorunlu birer birey olarak hepimizin hayatını etkiliyorlar. İletişim kurmasını bilmeyen bir doktor canımızı daha çok acıtıyor. Çocuklarla empati kuramayan bir öğretmen daha incitici oluyor. Hukukçu olarak mesleğine başlayan bir avukat dilekçe yazmasını beceremiyor. Belirli koltukları hasbelkader işgal eden bir yönetici insanların karşısında iki kelam edemiyor. Sonra dönüp okulu ve eğitim sistemini suçlamayı çok iyi biliyoruz ama.
Fark yaratmak istiyorsanız şartlarınızı zorlamalısınız. Hiçbir zaman şartlarınız dört dörtlük olmayacak. Unutmayın fark yaratmak için bazen bütün çevrenizle mücadele etmeniz gerekebilir. Kimse size anlama ve anlatma becerisini bir anda kazandıramaz. Oysa öğrencilerimizin bir kısmı paragraf soruları çözerek bunu halledebileceğini düşünüyor. Dilbilgisi soruları çözerek dili kullanma becerisini geliştireceğini sanıyor. Anlatım bozukluğu sorularıyla dilindeki pürüzleri gidereceğini sanıyor. Ya da aslında bunların hiç birini önemsemiyor. Düşünmek, akletmek gibi melekelerin hayatına nüfuz etmesini hiç istemiyor. Çünkü onun adına düşünen anneleri, babaları, abileri, ablaları, öğretmenleri, okulları, yöneticileri var nasılsa. Ne gerek var gözlerinizi, elinizi yormaya; kafa patlatmaya. Ne gerek var fark yaratmaya. Ortaya koyduğunuz ürünler de bir sorun olarak algılanıyorsa, yaptığınız her yenilik itirazlara hedef oluyorsa, her ayağa kalkışınızda bir el omuzlarınızdan aşağı bastırıyorsa, her yeni düşünceniz “icat çıkarma” denilerek aşağılanıyorsa ne gerek var sıkıntıya. Hiçbir şey bilmeden, hiçbir şey okumadan, hiçbir şeyi düşünmeden mutlu mesut yaşamak varken; niye okuyarak, yazarak, düşünerek ve gittikçe yalnızlaşarak yaşamayı seçelim ki. Bu kadar da  abartma mı dediniz. Bırakın abartmayı az bile söyledim. Bakın şöyle etrafınıza,  söylediğimden daha fazlasını göreceksiniz.
Şikayet etmek değil derdim. Sadece bir durum tespiti yapmaya çalışıyorum. Okumanın ve yazmanın değersizleştirildiği bir zamanda, okuyan ve yazanların emeklerinin karşılığını alamadıkları bir zamanda bizim öğrencilerimizin yazı yazmaktan uzak durmalarını anladığımı ifade etmektir derdim. Onları anlıyor olmam onların haklı olduklarını göstermez. Onlara empatiyle yaklaşıyorum ama sempati duymuyorum.
Bu durumun değişmesi için dergi çıkarıyoruz. Duygularını ve düşüncelerini ifade edebilecekleri fırsatlar sunuyoruz onlara. Farklılıklarını sergileyebilsinler istiyoruz. Ama bu farkı ortaya koyan öğrencilerim takdir görüyorlar mı? Hayır. Kendilerine bu emeklerinden dolayı teşekkür ediliyor mu? Hayır. “İltifat görmeyen mal zayii olur.” İltifat edin ki düşünmenin, yazmanın, üretmenin değerli bir şey olduğunu çokça anlasınlar.
Son olarak dört yılın üç yılında birlikte dergiler çıkardığımız öğrencilerim, kızlarım; Nilay, Bengi ve İrem sizinle çalışmak güzeldi. Emekleriniz için teşekkürler, bu kadar çok sayıda dergi çıkarabildikse sizin katkılarınızla. Ben sizlere plaket veremeyeceğim ama  çıkardığımız her bir dergiyi birer plaket olarak saklayacağınıza eminim. Her biri birbirinden değerli çok güzel nişan’lardır onlar. Gururla taşıyabilirsiniz. Okumaya, düşünmeye, yazmaya devam. Daha nice nişan’larınız olacak. Allah’a emanet olun.

DİL&ANLAT - HAZİRAN 2015- 19. SAYI


20 Mart 2015 Cuma

ÇOCUKLAR KİRLENMESİN

Kimi için uzun , kimi için kısa bir hikâye ömür dediğimiz. Bitmek bilmeyen çilelerle dolu bir ömür uzun, bitmesini istemediğin güzelliklerle dolu bir ömür kısa. 
Acılar kuşatmışsa hayatınızı yaşadığınız her bir dakika bir asır kadar uzun gelir, ölüm ne çok arzulanan bir dosttur o zaman. Acıları tedavi eden bir ilaç, acıları sonlandıracak bir doktor, zindan karanlıklarından aydınlığa açılan bir kapı, gelmesi için dualar edilen bir sevgili, gülümseyerek gelen bir melektir ölüm.
Güzelliklerle doluysa etrafınız, yaşam her dakikasında yeni bir mutluluk taşıyorsa önünüze ve yaşadığınız dışında bir gerçek tanımıyorsanız ölüm korkulandır. Mutluluklarınızı sonlandıracak, gelmesi istenmeyen bir yabancıdır ölüm. Sağlığınıza son verecek bir maraz, size dayanılmaz acılar getirecek bir zehir, sizden uzak olmasını istediğiniz bir düşman, hep kaçmak istediğiniz ama hiçbir zaman kurtulamadığınız elinde tırpanla sizi kovalayan korkunç bir zebanidir ölüm.
Ya da bunların hiçbirisi değildir ölüm. Ölüm sadece ölümdür. Manilius’un deyimiyle, “Doğumla ölüm başlar; son günümüz ilkin sonucudur.” Ne onu çok arzuluyor oluşunuz ne de köşe bucak kaçıyor oluşunuz sizi bekleyen sonu değiştirmez. Er ya da geç sizi bulacak bir sondan korkuyor olmak ya da onu arzuluyor olmak yaşama bir ihanettir. Ölümü anlamlı kılan şey her durumda yaşamın kendisidir. Yaşamın değerini bilmeyen, ölümün de değerini bilmeyecektir. Yaşarken aynı zamanda ölüyoruz. Bunu bilerek yaşamaktır aslolan.
Ne garip varlıklarız. Sahip olduklarımıza yeryüzünde hiçbir canlı sahip değil. Bütün bir yeryüzünü hatta gökyüzünü bize aitmiş gibi kullanıyoruz. Bizim dışımızdaki varlıkların yaşam alanlarını hoyratça işgal ediyoruz ama yine de sığamıyoruz koskoca dünyaya. Gün gelecek bir metrekarelik bir toprak parçasında çürüyüp sığamadığımız dünyaya karışacağız. Yaşarken doymayan gözümüzü bir avuç toprak doyuracak. O zaman neden bu hırs, bu kendini bilmezlik.
Ne kadar istersen iste hiçbir şeye sahip olamazsın. Her şey  gerçek sahibinindir. Siz emanetçisi olduğunuz  şeylere neden bu kadar da sahiplenirsiniz ki, onları gerçek sahibine hiç iade etmeyecekmişçesine açgözlülükle yaşamak niye? Çıplak geldiğimiz bu dünyadan yine çıplak gideceğiz. Gerisi bedeni ve ruhu yoran, hırpalayan, acıyla dolduran birer yükten başka nedir ki, dağların yüklenmekten korktuğu ve bizim talip olduğumuz yükten başka? Bu yükü taşımak kaderimiz ama yükümüze bu kadar bağlanmak kaderimiz değil. Yükümüzü bize emanet edene ihanet etmeden taşımak ve asıl sahibine teslim edeceğimizi ve ona teslim olacağımızı ve sorumluluklarımızdan hesaba çekileceğimizi unutmamak gerekir. Hesabı kolay verenler emanete hıyanet etmeyenler olacaktır.
Çocukken hiçbir şeyimizin olmadığı bilirdik. Sahip olmadıklarımızın derdini de taşımazdık sırtımızda. Büyüdük, biz büyürken büyüklerimiz önümüze bir gelecek kaygısı koydu. Güzel bir gelecek için bir şeylere sahip olmamız gerektiğini öğrettiler bize. (Şimdi biz öğretiyoruz çocuklarımıza.) Daha çok mutluluk için daha çok şeye sahip olmamız gerektiğini öğrettiler. Sahip oldukça mutlu olacağımızı sandık. Oysa sahip olduğumuz her şey mutluluğumuzdan eksiltti. Bunu çok geç anladık. Anladığımızda çocukluğumuzun o masumiyetini kaybetmiştik, kirlenmiştik, her tarafımız dünyaya bulanmıştı. Keşkeler kaplamaya başlamıştı hayatımızı. Keşke tekrar çocuk olabilseydik, keşke yeniden yaşayabilseydik yaşadıklarımızı, keşke çocukluğumuzun tadını çıkarabilseydik. Hiçbir şeyimizin olmadığı ama her şeyin  de bizim için olduğu o güzel anlara dönebilseydik. Hesapsızca sevebildiğimiz, ağlayabildiğimiz  o güzel günlere dönebilseydik. Büyüdük ve kirlendik. Keşke kirlenmeden büyüyebilmeyi becerebilseydik. 
Dünyayı kirlettikçe kendi yaşamımızı da kirlettiğimizi, ruhumuzu da kirlettiğimizi anlayabildik mi? Pek sanmıyorum. Dünya ve insan aynı hızla - hatta belki daha da hızlı - kirleniyor. Biz bu kirlenmeyi görmeden, hakikate gözlerimizi kapatarak  mutlu  yaşayamayacağımızı anlamamız ve kendi ruhumuzdan başlayarak bir temizliğe başlamamız gerekiyor.
Tekrar çocuk olamayız, yaşanmış olanları yok farz edemeyiz, zamanı geri alamayız ama çocuklarımızın aynı kirlenmeyi yaşamaması için mücadele edebiliriz. Onlara güzel bir yaşam sunmanın doğru yollarını bulabiliriz. Mutluluğun sahip olduklarının artmasıyla değil, aksine sahip olduklarını paylaşmasıyla artacağını öğretebiliriz mesela. Şimdi belki de “Biz zaten öğretiyoruz.” diyeceksiniz. O zaman neden hala kendi çıkarları için bütün dünyayı ateşe verecek insanlarla dolu dünyamız, birbirinin kuyusunu kazan, sırf daha çok kazanabilmek için binlerce insanın sağlığı ve hayatıyla oynayan insanlar var aramızda?
“Haram-Helal” sınırlarını tanımıyorsanız, yapamayacağınız şey yoktur. Sınırlarınızı bilmezseniz sınırsız davranmaya başlarsınız. Başkalarının sınırına tecavüz etmeye başlayan birinin  mutlu olmak adına bunu yaptığını söylemesi ne kadar da mantıksızdır. Sizin mutluluğunuz başkalarını mutsuz ederse bunun bedeli çok ağır olacaktır. Hem yaşarken hem ölüm sonrasında bir bedel ödemeye hazır olmanız gerekir. Sınırlarınızı bilmezseniz bir gün size sınırlarınızın hatırlatılacağını ve bunun hesabının sorulacağını bilerek yaşamak  en doğrusudur.
Hiç hesap vermeyeceğini düşünen bir varlık olursa insan, açgözlülüğü ile etrafındaki herkese ama herkese zulmeden birine rahatlıkla dönüşebilir. Güçlü olmak ile haklı olmayı birbirine karıştırabilir. Vahşi bir yaşama dönmeyi kim arzular ki? Güçlünün zalimleştiği bir dünyayı kim ister ki? Hiç kimse. Ama hepimiz rahatlıkla bir zalime de dönüşebiliriz. Hakkın yanında durmazsak, çıkar peşinde koşarken adaleti ihmal edersek, daha fazla kazanmak uğruna her şeyi mübah görürsek, gücümüzün şehvetine kapılırsak rahatlıkla  zalimleşebiliriz.
Çocuklarımıza güzel bir dünya için, kendi huzurumuz için yanlışların altını çizip doğruları yerine ikame etmemiz gerekiyor. Zalimin değil mazlumun yanında duran, güçlüyü değil haklıyı tutan, çok şeye sahip olmak için etrafındakileri kırıp geçiren değil, sahip olduklarını başkalarıyla paylaşan güzel bir nesil için çabalayalım. Kendi günahlarımızı çocuklarımızın da sırtına yüklemeyelim. Onların bizim gibi kirlenmemeleri için ne gerekiyorsa yapalım. Yaşamanın ne demek olduğunu bilen ve bunun hakkını veren bir nesil için yeni şeyler söyleyelim artık...


Alparslan YILMAZ
DİL&ANLAT - Şubat 2015 - 18. Sayı