8 Nisan 2013 Pazartesi

ASIL FELAKET



Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkarlar. Kafile zor tabiat koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam eder. Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden dururlar.
Taşıdıkları yükleri yere indirir ve hiç konuşmadan beklemeye başlarlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen Batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremez, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek isterler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekler.
Bu anlaşılmaz durumu, yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade eder:
”Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.”
Bu sahne, Michelangelo Antonioni’nin 1995 yapımı “Par dela les Nuages” (Bulutların Ötesinde) adlı filminden…”
Modern yaşam öylesine hızlı yaşamayı gerektiriyor ki etrafımızda olup bitenlere yeterince dikkat edemiyoruz. Durup dinlenmeden geçirdiğimiz bu hayatın en önemli tarafının aslında ayrıntılara dikkat etmek olduğunu unuttuk. Mutluluk dediğimiz küçük anlarımızın tadını çıkarmaya vaktimiz olmuyor. Belki de bu koşuşturmaca içerisinde mutluluk damlacıklarını kaçırdığımızdan/göremediğimizden kendimizi sürekli bir mutsuzluk ve psikolojik buhranlar içerisine sürüklüyoruz bilmeden. Durup dinlenmek, ruhumuzu dinlemek, başka ruhlarla empati kurmak çoktan unuttuğumuz/terk ettiğimiz bir durum. Oysa en çok da buna ihtiyacımız var belki de.
Bir takım hedeflere doğru çılgınca koştururken bulunduğumuz durumu değerlendirmek pek mümkün olmuyor. Sadece başkalarına değil  kendimize de duyarsızlaşıyoruz.  Bu kendimize ve başkalarına karşı yabancılaşma hayatın hakikatini anlamamızı da engelliyor. 
Biz böylesine bir yaşamı öylesine benimsedik ki bundan başka bir yaşamın var olabileceğini unuttuk. Bizim benimsediklerimiz dışında öneriler getirenleri de hayatın ve çağın gereklerini anlamamakla suçladık/suçluyoruz. Öyle ya çağın gereklerini, gerçeklerini anlayamayanlar zamanın sert rüzgarları karşısında yok olmaya mahkumdular. Buna öylesine inanmışız ki birisi kolumuzdan tutup “Hele bir dur, nefes al, ruhunu dinlendir.” dediğinde onu bizi yolumuzdan ve hedeflerimizden alıkoymakla, bize çelme takmakla, bizim kötülüğümüz için çalışmakla suçladık. Mutluluk hedeflerimizdi ve hedeflerimize ulaşamazsak bizi bekleyen felaketten başka bir şey değildi. Felaket durmaktı, felaket düşünmekti, felaket içimizdeki sesi dinlemekti…
Gelecekteki bir mutluğun peşine takılmış giderken yanı başımızdakini kaybettiğimizi fark etmiyoruz bir türlü.  Bugünü karartırsak geleceği de karartırız oysa. Yaşam akıp gider bedenimiz ve ruhumuz yorulur koşturmaktan ama bir türlü ulaşamaz ruhumuz istediğimiz huzura. Huzur ve mutluluk ararken sahip olduklarımızı da kaybederiz. Geriye dönüp tekrar yaşanabilecek bir şey değildir hayat. Zaman geçmiştir ve geri dönülemez. Oturup ruhumuzu gözyaşlarıyla yıkamaktan başka bir şey gelmez elimizden. Gözyaşları da yürekteki yangına çare değildir.
Çocuklarımız, geleceğimiz. Çocuklarımız, umutlarımız. Çocuklarımız, yaşam kaynağımız, varlık sebebimiz. Onlar için koşturuyoruz. Onlar için biriktiriyoruz. Onlar için savaşıyoruz. Ve onların da koşturmalarını, biriktirmelerini, savaşmalarını istiyoruz. Onlara ne istediklerini, nasıl bir hayatı arzuladıklarını sormadan onların da bizim yaşadıklarımızı yaşayarak geleceğe yatırım yapmalarını istiyoruz. Bildiğimiz başka bir yol yok çünkü. Bizim ulaşamadığımız huzura onların ulaşacağı yalanına onları da inandırıyoruz. Çocukluklarını yaşamadan, gençliklerini yaşamadan, yaşamın tadına varamadan bizim gibi, hatta bizden daha da kötü bir biçimde bu hayattan geçip gidecekler ve bunun günahı bizim boynumuzdadır.
Modern dünyanın çocukları bizim günahlarımız. Biz onların böylesine hızlı yaşamalarını istedik. Bilgisayarların başına biz mahkum ettik onları. Hafta içi okula, hafta sonu dersaneye koşmaya biz zorunlu tuttuk onları. Biraz geride kaldıklarında yaşadıkları hayatı biz zehir ettik onlara. Ne zaman dudaklarına bir gülümseme konsa “Eğlenmeyi bırak da dersine çalış.” diyerek dersi de ders çalışmayı da bir işkenceye biz dönüştürdük. Ne zaman ağlasa “Ağlayıp zırlamayı kes de ödevlerini yap.” diyerek acılarına karşı kayıtsız kaldık. Ne zaman yaşamın güzelliklerinin, kendi güzelliğinin, kendi ruhunun farkına varıp kendi dünyasını kurmaya yelken açtığında bizim onlar için düşündüğümüz dünyanın onlar için daha doğru ve güzel olduğu fikrini onlara zorla aşılamaya çalıştık. Bütün bunların sonunda mutsuz olan çocuklarımızın neden mutsuz olduklarını sorup durduk. Oysa biz onların mutluluğu için yapıyorduk her şeyi.
Onlar da bize karşı savunma mekanizmalarını geliştirdiler. Sahtekar olmayı seçtiler, yalan söylemeyi seçtiler, iki yüzlü olmayı seçtiler, iki arada bir derede durmayı seçtiler. Ne kendi istediklerinden vazgeçebildiler ne de bizim istediklerimizi istemediklerini söyleyebildiler. Sonunda ne kendi istediklerine ne de bizim istediklerimize ulaşabildiler.
Değiştirebilir miyiz peki bu gidişi? Zor, ama imkansız değil. İnsan varsa umut var. Yeter ki biraz derin nefes alıp bize mutluluk getireceğine inandığımız, tartışılmasına tahammül edemediğimiz doğrularımızı tekrar gözden geçirelim. Bizi mutlu etmeyen şeylerin, çocuklarımızı da mutlu etmeyeceği hakikatinin farkına varalım. Ruhumuzu geride bırakmadan, bedenimizle birlikte yolculuk etmesine izin verelim. Birbirinin peşinden koşan ruh ve beden değil, birlikte yürüyen ruh ve beden.
Biz ruhumuzu kaybettik. Hiç değilse çocuklarımız kaybetmesin. Onların seslerine, çığlıklarına kulak verelim. Sevinçlerine ortak olmayı, acılarına merhem olmayı becerebilelim.  Ruhlarını kaybetmiş çocuklar asıl bizim felaketimiz olacak yoksa.
Son öğüt Mevlana’dan:
“Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
Zamanla barışılacağını,
zamanla öğrendim…”


DİL&ANLAT  Sayı 12  Nisan 2013

1 yorum:

  1. Bu yazıda rönesansçı bakış açısı ile bir mukluluk anlayışı bile yok. mutluluk ama o da ne? yine de içeriği olan bir deneme; bilinmez bir yerlerden bilinmez bir yerlere yitip gitmiş bir mutluğun peşinden yazılan bir deneme olmuş. alpaslana, sevgili dostuma eline sağlık diyorum. musakirca

    YanıtlaSil