“Bir insanın otobiyografisinde mutlak gerçeği dile getirmesini beklemek, gerçekten de, bu dünyada mutlak bir adalet, hürriyet ve kusursuzluk aramaya kalkmak kadar abes olacaktır.” der Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar kitabının önsözünde. Aslında her otobiyografi insanın kendini yeniden anlamlandırma çalışmasıdır belki de. Kendine yüklediği anlam doğrultusunda hafızası da hayat hikayesinde bir takım değişiklikler yapmayı uygun görür. Bu öyle bir durum ki yazarın kendisi bile bu yeni hikayenin gerçeğin kendisi olduğuna gönülden inanabilir.
Bir insanın kendi öyküsünü yazarken tarafsız olmasını beklemek yanlış olur elbette. Ama yazdıklarının gerçeğin kendisi mi yoksa yazarın hayalinin bir parçası mı olduğunu çözmek de okuyucu açısından büyük bir zorluktur. Biz yazarı doğruyu söylediğini düşünerek okuruz, ta ki bir başka gerçeklik yazarın anlattıklarını yalanlayana kadar.
Bir otobiyografide yazarın her şeyi bize anlatmasını bekleyemeyiz. Böyle bir beklenti yazara da büyük haksızlık olacaktır. Bize anlatmak isteği kadarını öğrenebiliriz ancak.
Hayatının tüm gerçeklerini anlattığını iddia edenler büyük bir yalan söylüyorlardır. Anlatılan her bir gerçeğin ardında anlatılmayan daha büyük gerçekler vardır. Hem de çok can yakan gerçekler. Tarih boyunca “itiraflar”da bulunan ünlülerin itiraf etmedikleri ne çok şey vardır; ya da bir itirafın arkasına sakladıkları daha acı gerçekler.
Otobiyografi yazmak bazen de bir hesaplaşmaya dönüşür: İnsanın toplumla ya da kendiyle hesaplaşması. Bu hesaplaşmanın gerçek bir hesaplaşma olup olmadığını bilme imkanımız yazarın dürüstlüğü ve onun hakkında başkalarının bildikleriyle doğru orantılıdır. Yine Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar kitabında şöyle bir bilgi aktarır:
“… utancın acayip sırrı şudur ki, insan kendisini gülünç hale getirecek en ufak bir özelliğini açığa vurmaktansa en korkunç ve en çirkin kusurlarını seve seve itiraf edecektir: Alaycı gülüşlerden duyulan korku, her zaman için, bir otobiyografiyi bozan en korkunç tehlike olmuştur. Jean Jacques Rousseau gibi o kadar içten bir şekilde gerçeğe gönül vermiş bir insan, bütün cinsel anormalliklerini şüpheli bir aşırılıkla ilan edecek ve Emile adlı eserin yazarı olan bu adam, çocuklarını bir yetimhaneye bıraktığını pişmanlık duyarak itiraf etmekten çekinmeyecektir. Görünüşte cesaretle yapılmış olan bu itiraf, aslında daha insanca, ama kendisi için dayanılması güç bir gerçeği gizleme imkanı vermiştir ona: Belki de hiçbir zaman çocuğu olmadığını, çünkü çocuk sahibi olma gücünden yoksun olduğunu…”
* * * *
Yazıya neden bu şekilde bir başladım? Amacım aslında otobiyografi yazmanın sanıldığının aksine güç bir iş olduğunu anlatmaya çalışmaktı. Neden güç bir iş olsun ki otobiyografi yazmak? Öyle ya kendi hayatımızdan daha iyi bildiğimiz ne olabilir ki? Evet kendi hayatımızdan daha iyi bildiğimiz bir şey yoktur ama kendi hayatını tüm gerçekleriyle anlatabilme cesaretini de herkes gösteremez. Çok büyük olduğunu düşündüğümüz insanların basit insanlarda bile görüldüğünde aşağılanacak özelliklere sahip olmasını hangimiz kaldırabiliriz? Ya da böyle bir bilgiyi bizimle paylaşabilecek yürekliliği kaç kişi gösterebilir ki. Özetle otobiyografi yazarının dürüstlüğü çok tartışılmıştır her zaman ama bu tartışma bu eserlerin birer tarihi belge olmalarını da engellememiştir.
Peki biz neden bu eserleri okuma ihtiyacı duyarız? Bu eserlerde aradığımız nedir? Bu sorulara her okuyucunun farklı cevaplar vermesi mümkündür. Merak duygumuzu tatmin etme isteği en belirgin cevaplardan biridir sanırım. Başka insanların yaşamı bizim en çok merak ettiğimiz şeylerden biridir. Başkalarının yaşamlarına ihtiyacımız vardır. Kendi yaşamımızı anlamak ya da anlamlandırmak için başkalarının neler yaşadığıyla ilgileniriz. O yüzden yüzyıllar boyunca siyerler (siyer: Hz Muhammed’in(sav) hayatını anlatan eserler) okunmuştur; velilerin, alimlerin hayatlarını konu edilen eserler ellerden düşürülmemiştir. Büyük olarak düşündüğümüz insanların hangi sıkıntıları yaşadıklarını, nelere sevindiklerini, neleri okuduklarını, kimleri sevdiklerini, kimlerden nefret ettiklerini öğrenirsek hayatımız biraz daha anlam kazanacaktır. Hele bu bilgiler bir de söz konusu insanın kendi ağzından, birinci elden anlatılıyorsa daha özel bilgiler elde etme imkanı elde ettiğimizi düşünerek biraz daha özenle okuruz bu eserleri. Yazarın dürüst olup olmadığını düşünmeyiz okurken. Onun dürüstlüğüne güveniriz. Onun bizim gibi yaşayan, acıları olan, seven, sevilen biri olduğunu öğrenmek bizi ona biraz daha yaklaştırır. İnsanlığını hatırlatır.
* * * *
Öğrencilerimizin yazdıkları otobiyografileri okurken bu türün sorunları ve bizim için nasıl bir öneme sahip olduğu meselesine de değinilmesi gerektiğini düşündüm.
Öğrencilerin otobiyografilerini okurken kendileri ile ilgili bir gerçeği değiştirmekten ziyade bazı gerçekleri saklama düşüncesinin daha belirgin olduğunu söyleyebilirim. Kendilerini anlatırken bazı öğrencilerimiz öylesine tedbirli davranıyor ki yanlış bir şey söylememek için. Kendisiyle ilgili bilinmesini istemediği o kadar çok şey var ki bazılarının. Bu yüzden bilinmesi istenilen şeyler de hep okul hatıraları, sınavlar vs. Öyle ki sanki hayatlarında gittikleri okullardan ve girdikleri sınavlardan başka bir şey yokmuş gibi. Bir otobiyografide bu bilgilerin de olmasından daha doğal bir şey yoktur. Ama sadece bunlardan ibaret bir otobiyografi de hiçbir değer ifade etmez. Bir otobiyografinin güzelliği yazarın bize özel bilgiler vermesidir. Bu bilgiler yoksa bir otobiyografiyi neden okuyalım ki? Bu arada şunu da ifade etmeliyim ki bazı öğrencilerimiz için şu kısacık hayatlarında gerçekten sınavlardan, notlardan ve puanlardan daha önemli bir şey yok. Onları bu hale getirdiğimiz için ne kadar övünsek azdır.(!)
Öğrencilerle hep okul sınırları içerisinde görüşüyor olmak ve hep dersler, sınavlar, puanlar çerçevesinde bir ilişkiden söz ediyor olmak yaptığımız işin hep bir yönden eksik kalmasına sebep oluyor. Öğrencilerimizi tam anlamıyla tanıyamıyoruz. Okul-dershane-ev üçgenine sıkışmış öğrencilerin bunun dışında bir iletişime de açık olamamaları ne kötü bir durumdur.
Okuduğum ve sizin de okuyacağınız otobiyografilerin bir kısmında satır aralarına gizlenmiş gerçeklikler öğrencilerimle gerçek bir bağ kurmama yardımcı oluyor. Ve istiyorum ki hepimiz birbirimizden sakladığımız, satır aralarına gizlediğimiz gerçeklikleri görme yolunda adımlar atalım. Yanımızda aynı havayı soluyan arkadaşımızın, öğrencimizin bir ayrılığın acısını yaşadığından haberdar olalım. Bizim varlığından rahatsız olduklarımızın hasretini çeken ve annesizliği, ya da babasızlığı her an yaşayan birilerinin varlığından haberdar olalım. O zaman birbirimize bakışımız da değişecektir. İnsan olduğumuzu hatırlarız o zaman. Bakışımız değişince her şey de değişir.
Bu yazıların birbirimize bakışımızı değiştirmesi yolunda ilk adım olmasını temenni ediyorum. Bu öğrencilerimiz cesaretlendirildikçe daha çok şeyi bizimle paylaşacaklardır. Onlar paylaştıkça yaşamın keyifli yanlarını, anlamını ve insanlığımızı görme imkanımız da artacaktır. Öğrencilerimizin otobiyografilerinde mutlak bir gerçeklik aramıyoruz zaten. Bize gerçeğin ufacık parçaları da yeter. Dünyada tam bir adalet, hürriyet ya da kusursuzluk istemediğimiz gibi. Bize bunların kırıntıları da yeter. En azından umudumuzu ayakta tutar.
DİL&ANLAT
Aralık 2011
Sayı 9