28 Aralık 2012 Cuma

MUTLAK GERÇEK, OTOBİYOGRAFİ, ÖĞRENCİLER


“Bir insanın otobiyografisinde mutlak gerçeği dile getirmesini beklemek, gerçekten de, bu dünyada mutlak bir adalet, hürriyet ve kusursuzluk aramaya kalkmak kadar abes olacaktır.” der Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar kitabının önsözünde. Aslında her otobiyografi insanın kendini yeniden anlamlandırma çalışmasıdır belki de. Kendine yüklediği anlam doğrultusunda hafızası da hayat hikayesinde bir takım değişiklikler yapmayı uygun görür. Bu öyle bir durum ki yazarın kendisi bile bu yeni hikayenin gerçeğin kendisi olduğuna gönülden inanabilir.
Bir insanın kendi öyküsünü yazarken tarafsız olmasını beklemek yanlış olur elbette.  Ama yazdıklarının gerçeğin kendisi mi yoksa yazarın hayalinin bir parçası mı olduğunu çözmek de okuyucu açısından büyük bir zorluktur. Biz yazarı doğruyu söylediğini düşünerek okuruz, ta ki bir başka gerçeklik yazarın anlattıklarını yalanlayana kadar.
Bir otobiyografide yazarın her şeyi bize anlatmasını bekleyemeyiz. Böyle bir beklenti yazara da büyük haksızlık olacaktır. Bize anlatmak isteği kadarını öğrenebiliriz ancak.
Hayatının  tüm gerçeklerini  anlattığını iddia edenler  büyük bir yalan söylüyorlardır. Anlatılan her bir gerçeğin ardında anlatılmayan daha büyük gerçekler vardır. Hem de çok can yakan gerçekler. Tarih boyunca “itiraflar”da bulunan ünlülerin itiraf etmedikleri ne çok şey vardır; ya da bir itirafın arkasına sakladıkları daha acı gerçekler.
Otobiyografi yazmak bazen de bir hesaplaşmaya dönüşür: İnsanın toplumla ya da kendiyle hesaplaşması. Bu hesaplaşmanın gerçek bir hesaplaşma olup olmadığını bilme imkanımız yazarın dürüstlüğü ve onun hakkında başkalarının bildikleriyle doğru orantılıdır. Yine Stefan Zweig, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar kitabında şöyle bir bilgi aktarır:
“… utancın acayip sırrı şudur ki, insan kendisini gülünç hale getirecek en ufak bir özelliğini açığa vurmaktansa en korkunç ve en çirkin kusurlarını seve seve itiraf edecektir: Alaycı gülüşlerden duyulan korku, her zaman için, bir otobiyografiyi bozan en korkunç tehlike olmuştur. Jean Jacques Rousseau gibi o kadar içten bir şekilde gerçeğe gönül vermiş bir insan, bütün cinsel anormalliklerini şüpheli bir aşırılıkla ilan edecek ve Emile adlı eserin yazarı olan bu adam, çocuklarını bir yetimhaneye bıraktığını pişmanlık duyarak itiraf etmekten çekinmeyecektir. Görünüşte cesaretle yapılmış olan bu itiraf, aslında daha insanca, ama kendisi için dayanılması güç bir gerçeği gizleme imkanı vermiştir ona: Belki de hiçbir zaman çocuğu olmadığını, çünkü çocuk sahibi olma gücünden yoksun olduğunu…”
 * * * *
Yazıya neden bu şekilde bir başladım? Amacım aslında otobiyografi yazmanın sanıldığının aksine güç bir iş olduğunu anlatmaya çalışmaktı.  Neden güç bir iş olsun ki otobiyografi yazmak? Öyle ya kendi hayatımızdan daha iyi bildiğimiz ne olabilir ki? Evet kendi hayatımızdan daha iyi bildiğimiz bir şey yoktur ama kendi hayatını tüm gerçekleriyle anlatabilme cesaretini de herkes gösteremez. Çok büyük olduğunu düşündüğümüz insanların basit insanlarda bile görüldüğünde aşağılanacak özelliklere sahip olmasını hangimiz kaldırabiliriz? Ya da böyle bir bilgiyi bizimle paylaşabilecek yürekliliği kaç kişi gösterebilir ki. Özetle  otobiyografi yazarının dürüstlüğü çok tartışılmıştır her zaman ama bu tartışma bu eserlerin birer tarihi belge olmalarını da engellememiştir.
Peki biz neden bu eserleri okuma ihtiyacı duyarız? Bu eserlerde aradığımız nedir? Bu sorulara her okuyucunun farklı cevaplar vermesi mümkündür. Merak duygumuzu tatmin etme isteği en belirgin cevaplardan biridir sanırım. Başka insanların yaşamı bizim en çok merak ettiğimiz şeylerden biridir. Başkalarının yaşamlarına ihtiyacımız vardır. Kendi yaşamımızı anlamak ya da anlamlandırmak için başkalarının neler yaşadığıyla ilgileniriz. O yüzden yüzyıllar boyunca siyerler (siyer: Hz Muhammed’in(sav) hayatını anlatan eserler) okunmuştur; velilerin, alimlerin hayatlarını konu edilen eserler ellerden düşürülmemiştir.  Büyük olarak düşündüğümüz insanların hangi sıkıntıları yaşadıklarını, nelere sevindiklerini, neleri okuduklarını, kimleri sevdiklerini, kimlerden nefret ettiklerini öğrenirsek hayatımız biraz daha anlam kazanacaktır. Hele bu bilgiler bir de söz konusu insanın kendi ağzından, birinci elden anlatılıyorsa daha özel bilgiler elde etme imkanı elde ettiğimizi düşünerek biraz daha özenle okuruz bu eserleri. Yazarın dürüst olup olmadığını düşünmeyiz  okurken. Onun dürüstlüğüne güveniriz. Onun bizim gibi yaşayan, acıları olan, seven, sevilen biri olduğunu öğrenmek bizi ona biraz daha yaklaştırır. İnsanlığını hatırlatır.
* * * *
Öğrencilerimizin yazdıkları otobiyografileri okurken bu türün sorunları ve bizim için nasıl bir öneme sahip olduğu meselesine de değinilmesi gerektiğini düşündüm.
Öğrencilerin otobiyografilerini okurken kendileri ile ilgili bir gerçeği değiştirmekten ziyade bazı gerçekleri saklama düşüncesinin daha belirgin olduğunu söyleyebilirim. Kendilerini anlatırken bazı öğrencilerimiz öylesine tedbirli davranıyor ki yanlış bir şey söylememek için. Kendisiyle ilgili bilinmesini istemediği o kadar çok şey var ki bazılarının. Bu yüzden bilinmesi istenilen şeyler de hep okul hatıraları, sınavlar vs. Öyle ki sanki hayatlarında gittikleri okullardan ve girdikleri sınavlardan başka bir şey yokmuş gibi. Bir otobiyografide bu bilgilerin de olmasından daha doğal bir şey yoktur. Ama sadece bunlardan ibaret bir otobiyografi de hiçbir değer ifade etmez. Bir otobiyografinin güzelliği yazarın bize özel bilgiler vermesidir. Bu bilgiler yoksa bir otobiyografiyi neden okuyalım ki? Bu arada şunu da ifade etmeliyim ki bazı öğrencilerimiz için şu kısacık hayatlarında gerçekten sınavlardan, notlardan ve puanlardan daha önemli bir şey yok. Onları bu hale getirdiğimiz için ne kadar övünsek azdır.(!)
Öğrencilerle hep okul sınırları içerisinde görüşüyor olmak ve hep dersler, sınavlar, puanlar çerçevesinde bir ilişkiden söz ediyor olmak  yaptığımız işin hep bir yönden eksik kalmasına sebep oluyor. Öğrencilerimizi tam anlamıyla tanıyamıyoruz. Okul-dershane-ev üçgenine sıkışmış öğrencilerin bunun dışında bir iletişime de açık olamamaları ne kötü bir durumdur.
Okuduğum ve sizin de okuyacağınız otobiyografilerin bir kısmında satır aralarına gizlenmiş gerçeklikler öğrencilerimle gerçek bir bağ kurmama yardımcı oluyor. Ve istiyorum ki hepimiz birbirimizden sakladığımız, satır aralarına gizlediğimiz gerçeklikleri görme yolunda adımlar  atalım. Yanımızda aynı havayı soluyan arkadaşımızın, öğrencimizin bir ayrılığın acısını yaşadığından haberdar olalım. Bizim varlığından rahatsız olduklarımızın hasretini çeken ve annesizliği, ya da babasızlığı her an yaşayan birilerinin varlığından haberdar olalım. O zaman birbirimize bakışımız da değişecektir. İnsan olduğumuzu hatırlarız o zaman. Bakışımız değişince her şey de değişir.
Bu yazıların birbirimize bakışımızı değiştirmesi yolunda ilk adım olmasını temenni ediyorum. Bu öğrencilerimiz cesaretlendirildikçe daha çok şeyi bizimle paylaşacaklardır. Onlar paylaştıkça yaşamın keyifli yanlarını, anlamını ve insanlığımızı görme imkanımız da artacaktır.  Öğrencilerimizin otobiyografilerinde mutlak bir gerçeklik aramıyoruz zaten. Bize gerçeğin ufacık parçaları da yeter. Dünyada tam bir adalet, hürriyet ya da kusursuzluk istemediğimiz gibi. Bize bunların kırıntıları da yeter. En azından umudumuzu ayakta tutar.

DİL&ANLAT 
Aralık 2011
Sayı 9

18 Aralık 2012 Salı

“AH O ESKİ GÜNLER”



Ah o eski günler! Nerede o eski günler?
Eskiden hava daha güzeldi, fabrikalar yoktu; havamızı kirletenler yoktu.
Eskiden toprak daha güzeldi, toprağımızı kirleten atıklar yoktu.
Eskiden insanlar daha güzeldi; insanlar birbirlerine saygı duyarlardı. İçimizdeki insan sevgisi her şeyin üstesinden gelirdi.
Eskiden hep iyiler kazanırdı. Kötüler de vardı tabi, ama onlar yenilmeye mahkûmdu. İyi olmak, kazanmak demekti. Herkes iyinin yanındaydı. Kötüye haddini bildirirdik hep birlikte.
Eskiden hayat daha güzeldi. Fakiri de mutluydu, zengini de. Zengin fakiri gözetirdi. Para bu kadar yüceltilmemişti.
Davul dengi dengine çalardı, ama fakir delikanlıların zengin kızlarla evlendiği de olurdu. Kızını fakir delikanlıya veren baba övgüye layıktı. Parayı değil insanlığı yücelttiği için.
Eski günlerin güzelliğini anlatan buna benzer cümleleri  daha da çoğaltabiliriz. Geçmişe dair neyi özlediyseniz onu eklersiniz bu cümlelere. “Ah o eski günler” repliği hepimizin dilinde. Nedense eski günlerin şimdiden daha güzel olduğu iddia edilir. Bu iddia çağımıza özgü bir şey de değildir. Benim hatırladığım seksenlerde de doksanlarda da eski günlerin güzelliklerinden söz ederdi büyüklerimiz. Şimdi biz seksenlerin, doksanların güzelliklerinden söz ediyoruz. 2050’lerde de bugünlerin ne kadar güzel olduğunu iddia edecektir insanlar her halde.
İnsanoğlu yaşadığı zamandan hep şikayet etmiş.  Hep geçmişteki bir asr-ı saadete sığınmış. Asıl mutluluğun eski zamanlarda olduğunu ve zamanın bozulduğunu, gidenin bir daha gelmesinin zor olduğunu söylemiş, yazmış insanoğlu.
Hangi çağa bakarsanız bakın, çağından şikayet edip eski günlerin ihtişamından ya da huzurundan söz eden birilerini muhakkak görürsünüz. Ve bunlar azımsanamayacak sayıdadır.
En güçlü olunan çağlarda bile, İslam tarihinde, Osmanlı tarihinde, Avrupa tarihinde hep bir bozulmadan söz edilmiştir. Zamandan şikayet eden az şiir yoktur edebiyatımızda. “Dinle bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl hikaye ediyor.” diyen Mevlana’dan hareketle söylersek şikayet insanın yeryüzüne gönderilişi ile başlayan bir eski hikaye. Özetle bu bozulma sebebiyle şikayet, eskiye özlem modern çağa özgü bir durum değildir.
Bu ne kadar doğrudur acaba?
İnsan, şikayet ettiği şeyi kendisi yaratmıştır. Ama kendi yaratışının farkında değildir. Bugünü yaratanlar bizi büyütenler, biz de geleceği yaratıyoruz eylemlerimizle.
Bugün şikayet ettiğimiz bir çok şey daha önce de vardı. Farklı bir biçimde vardı evet. Bugün daha görünür olmasının çeşitli nedenleri var. Bunlardan en önemlisi de iletişim çağında yaşıyor oluşumuz. Dünyanın her yerinden haber alabiliyoruz artık. Sadece mahallemizde olanları değil dünyanın her yerinde olanları anında öğrenebiliyoruz. Ama unutmamak lazım ki bizim iletişim düzeyimize henüz ulaşmamış insanlar var dünyada hala. Bırakın bilgisayarı, elektriği dahi bilmeyen, yaşadıkları ormanın dışına çıkmamış insanlarla aynı dünyayı paylaşıyoruz. Ne nükleer tehdidi, ne küresel ısınmayı ne de doğanın tahrip edilmesini  kendilerine dert ediyorlardır. Ama onların da yaşadıkları zamana yönelik şikayetleri vardır muhakkak.
Fotoğraf makinesinin kullanılmaya başlanmasının dünya tarihini etkileyen en önemli olaylardan biri olduğu söylenir. İlk savaş fotoğrafları yayınlandığında insanlar savaşın kendilerine anlatıldığı gibi olmadığını gördüler. O zamana kadar hep duyulması, bilinmesi istenenler halka ulaştırılırdı. Birkaç askerin anılarında yer bulan savaşın çirkin yüzünün fotoğraf makinesinin kullanımı ile görüldüğünü söylersek abartmış olmayız. Bugün savaşları artık canlı izleyebiliyoruz ve çirkinliğini daha net bir biçimde görüyoruz. İnsanın güç savaşı, paylaşım kavgası hep vardı, bundan sonra da olacak. Dünyada kötülükler her zaman vardı; şiddet her zaman vardı; yoksulluk, açlık her zaman vardı. Ama hiçbir dönem de bizim fark ettiğimiz kadar fark edilmemişti bu. Eski zamanların bize hoş gelen ve çocukluk hatıralarımızı okşayan güzelliklerinden söz edilebilir belki, ama hiç kimse de yaşadığı anı bırakıp geriye dönmeyi istemez.
Bulunduğu andan sürekli şikayet eden insan kendi yapabileceklerinden kaçan insandır aynı zamanda. Kendisine yüklenen sorumluluğun farkında olmayan insandır. Eskiden olduğu gibi şimdi de iyiler ve iyilikler var. Güzellikleri görmek ve artırmak varken sürekli bir şikayet ne kazandırır ki bize.
Bu öylesine bir hastalık ki herkese bulaştırıyoruz. Daha on beş yaşındaki çocuklar, eskinin güzelliklerinden bahsederek yaşadıkları çağı anlamak ve onu daha güzel kılma erdeminden uzaklaşarak şikayet edenler korosuna katılıyorlar.
Arada sırada “eski günler” şarkısını söylemenin bir mahsuru yok belki. Ama o şarkıyı tek hakikat olarak dillendirenlerin ne çağına ne de geleceğe bir faydası da olmayacaktır. Şikayet ettiğimiz anı güzelleştirecek olan  da şikayetlere şikayet katacak kadar çirkinleştirecek olan da biziz.
Yeni bir dünya, daha temiz bir dünya, savaşın olmadığı, barışın hakim olduğu bir dünya kurma hayalini kuranların gözlerini kapatıp geçmişi özleyerek geçirecek vakitleri yoktur.

TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2012

16 Aralık 2012 Pazar

BAŞLA, DEVAM ET VE BİTİR...


Hiçbir şey planladığımız gibi gitmiyor. Bir işi planlamaya başladığımız  andaki şevkimiz planı uygulamaya başladığımız da kaybolup gidiyor. Bu yüzden başlangıçtaki hedeflerimizle ulaştığımız nokta arasında uçurumlar oluyor.
Ne güzel söylemişler: “Türk gibi başla, Alman gibi devam et, İngiliz gibi bitir.” Bir işe başlamakla ilgili hiçbir sıkıntımız yok. Hatta en iyi başlangıçları bizim yaptığımız söylenebilir. Ama işlerimizi devam ettirmek ve bir sonuca ulaştırmakla ilgili sıkıntılarımız artık dünyanın malumu desek yanlış bir şey söylemiş olmayız.
Yeni yetişen kuşakların da bizim bu kötü alışkanlığımızı devam ettirdiğini görmek üzüntü verici. Yaptığımız yanlışın farkındayız ama bir türlü doğrulara ulaşamıyoruz.  
En iyi akıl bizdedir, herkese akıl verebiliriz; başkasının aklına ihtiyacımız yoktur. Ama nedense aklımız bizim sorunlarımızı çözmeye yetmiyor. Her şeyi düzenlemek, düzene sokmak gibi bir alışkanlığımız var. Ama hiçbir işimiz düzenli ve planlı değil. Her sabah öğrencilerimizi okulların önünde sıraya sokarız, askerliğin yarısı sıraya sokmakla, sıraya girmekle geçer; ama sıraya geçmeyi öğrenemeyiz, öğretemeyiz. Hep kaynak yapmak gibi bir sorunumuz olur. Başkalarının önüne geçmek için elimizden geleni yaparız. Başkalarına saygıyı bir türlü öğrenemeyiz ve öğretemeyiz.
İşlerimizi sıraya koymayı nasıl bilmiyorsak günlük hayatta da sıraya girmeyi bilmiyoruz. Sonuçlara en kestirme yoldan ulaşmaya çalışıyoruz. Hastane kuyruklarında başkalarının haklarına tecavüz ederek, başkalarını inciterek, kabalaşarak öne geçip sonuca belki ulaşabiliriz; ama bilimsel çalışmalar yaparken böyle sonuca ulaşabilmek mümkün değildir. Disiplinli ve planlı bir çalışmanın sonunda hedeflediğiniz noktaya ulaşabilirsiniz.
“Disiplinli çalışma” derken de bizim disiplin anlayışımızı da bu süreçte sorgulamamız gerekiyor. Disiplin sözcüğünü hep asker, polis, ceza sözcükleriyle birlikte düşünüyor oluşumuz da sorunlu değil mi sizce. Disiplini sağlamanın yolunun ceza vermek ve korkutmaktan geçtiğine inananlar hiçbir zaman gerçekten disiplinli olamazlar. Çünkü ceza tehdidini hayatından çıkardığınız anda disiplinli olmak, kurallara uymak zorunda hissetmeyecektir kendini.
Biz de öğrencilerimize çalışma programları hazırlarken yasaklarla ve cezalarla dolu programlar hazırlamayı tercih ediyoruz. Çünkü başka nasıl davranacağımızla ilgili bir birikimimiz yok. O yüzden hazırladığımız çalışma programları en fazla bir iki hafta uygulanarak çöpe atılıyor. Birkaç denemeden sonrada yargıyı yapıştırıyoruz: “Ben programlı çalışamıyorum.”
Oysa her insanın farklı çalışma biçimlerini benimseyebileceği gerçeğinden hareket etmeliyiz. Kendimiz için en uygun çalışma programını keşfetmek gibi bir sorumluluğumuz var. Başkalarında işe yarayan programlar bizim işimize yaramayabilir. Kendimize uygun programı keşfettiğimiz anda daha mutlu olacağımızı söyleyebilirim.  Hayallerimize daha da yaklaşacağımız kesin. Ama programsızsanız her anınız size zehir olmaya başlayacaktır. Film seyrederken, top oynarken, arkadaşlarınızla otururken hep kendinizi suçlu hissedeceksiniz. Bir süre sonra da bu suçluluk duygusuna alışıp sorumluluklarınızı büyük oranda unutacaksınız. Aynı oranda da hedeflerinizden uzaklaşacak ve sırf kendinizi rahat hissetmek adına önünüze ne gelirse razı olacaksınız.
Bir işe başlamak kadar, hatta daha da önemlisinin, o işi devam ettirmek ve bir sonuca ulaştırmak gerektiği düşüncesini kafamıza yerleştirdiğimizde gerçekten başarıya ulaşacağımızı unutmayalım.

Aralık 2012 - DİL&ANLAT