9 Haziran 2014 Pazartesi

ÖNCE BİZ ARINALIM

Her birimiz kendimizi evrenin merkezi olarak görürüz. Dünyayı ve tüm insanları o merkezden görür, anlar ve yorumlarız. 
Her şey bizimle başlıyor, bizimle bitiyor her şey sanki. Bizden önce hiç kimse yoktu, bizden önce hiçbir şey yaşanmamıştı.  Bütün güzellikler bizimdir , bütün çirkinlikler bizim dışımızdadır. Bütün güzellikler bizim çağımızda yaşandı, yaşam en güzel şarkısını bizim için söyledi. Bizden öncekiler karanlık ve bizden sonrakiler çirkinlik. En güzel bizdik ve bizim güzelliğimize laf edecek olanın alnını karışlardık. Başka nesillerin güzelliklerini göremeyecek kadar kör, duyamayacak kadar sağır, anlamayacak kadar insafsızdık.
Büyüklerimiz yanlışların içinde debelenmiş, çağdışı kalmış, gerici ve yobaz. Biz modern, ışıltılı, aydınlık insanlardık. Çocuklarımız, modern dünyanın yanlışları. Çağın bütün hastalıklarını kapmış, bizim aydınlığımızı karartan birer hataya dönüşmüştü. Nerede hata yaptık? Oysa biz ne güzeldik.
Kendimizi, kendi çağımızı, kendi çocukluk ve gençliğimizi öylesine kutsallaştırdık ki yanlışlarımızı görme, özeleştiri yapma erdemini kaybettik.
Özeleştiri yeteneği gelişmemiş olanların başkalarını, kendinden öncekileri ve sonrakileri, eleştirmesi doğal. Sürekli başkalarını eleştirenler kendi hayatlarına karşı körleşecektir. İnsan önce kendinden başlamalı eleştirmeye. Çuvaldızı eline almadan iğneyi kendinde denemeli önce. Oysa herkes eline bir çuvaldız almış batıracak birilerini arıyor. Kim çıkarsa karşısına ona batırıyor. Büyük küçük fark etmez, kim çıkarsa karşısına acımadan ve düşünmeden batırıyor çuvaldızı.
Eleştireceğimiz ne çok şey var etrafımızda. Bizim dışımızda her şey kusurlu. Bizden öncekileri beğenmedik. Onların kurduğu dünyada yaşamak zordu. Biz yeni bir dünya kurduk kendimize göre olduğunu düşündüğümüz. Ama bizim kurduğumuz dünyaya gözlerini açan ve bu dünyada yetişen çocuklarımız hiç de bizim istediğimiz gibi olmadılar. Şimdi onlar kendi dünyalarını kuruyorlar bize inat, bizimle çatışarak. Kendimizi fazlasıyla yabancı hissetmeye başladığımız bir dünyanın tohumlarını atarken onlar, biz eleştirdiğimiz büyüklerin durumuna düşmenin sıkıntısını yaşıyoruz. Ama bunu da tam olarak fark ettiğimiz söylenemez.
“Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelerimizle artık bulunduğumuz zamanı anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımızı da göstermiş oluyoruz. Zaman bizim zamanımız olmaktan çıkmış. Zamanı kaçırmışız farkında olmadan. Tekrar yakalayabilmenin imkanlarını arayanlar olduğu gibi, bundan tamamen vazgeçmiş olanlarımız da var.
“Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelerimizin çocuklarımızda istediğimiz etkiyi yaratmadığını ne zaman anlayacağız. Onları bizim zamanımız değil kendi yaşadıkları zaman ilgilendiriyor.  Bizim hikâyelerimiz onları bizi etkilediği gibi etkilemiyor, gülüp geçiyorlar  bize. Onların hatalarını düzeltmek adına giriştiğimiz bu öğüt verme çabalarımızı anlamıyorlar. Anlamıyorlar çünkü biz de tam olarak ne istediğimizi bilmiyoruz.
Onların yaşadığı dünyayı biz kurduk; yaşadıkları evleri biz inşa ettik; ağaçları, yeşil alanları biz ortadan kaldırdık; onların odalarına bilgisayarları biz koyduk; ellerine son model akıllı telefonları biz verdik; bir dediğini iki etmedik. Şimdi şikâyet ediyoruz çocuğumuz sokağa çıkmıyor diye; ağacı, yeşili bilmiyor diye; bilgisayardan başını kaldırmıyor diye; binlerce liralık oyuncağını elinden düşürmüyor diye; isteklerini karşılayamıyoruz diye.
Şikâyet etmeye hakkımız yok. Onlar bizim kurduğumuz dünyanın bunalımlarını yaşıyorlar ve bu dünyada kendilerine yaşam alanları açmaya çalışıyorlar. Bundan memnun olmayabiliriz, hatalar yapıyor olabilirler; ama bu hataları düzeltmenin yolu onlara “Bizim zamanımızda…” diye başlayan hikâyeler anlatmak değildir.  Onlara hatalarını nasıl düzelteceklerini kendi yaşamımızdan örneklerle gösteremiyorsak, onlara öğüt vermekle bir yere varamayız. Çünkü önemli olan söylediklerimiz değil yaptıklarımızdır onların gözünde. Neye inandığımız değil inandıklarımızın hayatımıza nasıl yansıdığı önemlidir.
Başkalarına saygı duymayan, başkalarını sevmeyi beceremeyen birinin çocuklarına saygı ve sevgi sözcükleriyle süslediği bir öğüt vermesinden daha aptalca bir şey olamaz.  Kalbi temiz olmayanın kalbi temiz çocuklar yetiştirmesi mümkün müdür? Önce kendi kalbimizi temiz tutalım. Çünkü her şey oradan başlıyor. Kalbi kararan adam önce kendini, sonra etrafındakileri, sonra dünyayı, sonra da geleceğimizi karartıyor.
Önce biz arınalım; bizimle birlikte arınacaktır her şey.


TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2014 - 20. SAYI

HER ÖLÜM BİR DİRİLİŞTİR...

Korkularla dolu bir çocukluktu yaşadığımız. Etrafımızdaki her şey tehlikeliydi, bizi koruyacak olanlar her zaman yanımızda olamazdı. Hata yapmamalıydık, hata yaparsak çok büyük zararlar görebilirdik. Rüyalarımızı, hayallerimizi bile kontrol etmeliydik. Korkarak yaşıyorduk, her şeyden korkarak. Yaşamaktan korkmak öğretilmişti bize.
Gençtik ve hata yapmaktan korkmadan yaşamaya karar vermiştik, ama başkalarına göre gençlik başlı başına bir hataydı. Gençlik adına neye sahipsek, ne yaptıysak,  her şey ama her şey. İsteklerimiz saygısızlık, umutlarımız başıbozukluk, yaşama sevincimiz züppelik olarak görülürdü.
Kendimizi güçlü hissettiğimiz, bir kartal gibi kanatlanmaya, artık zirvelere doğru süzülmemiz gerektiğine inandığımız zamanlardı. Ama güçsüz olduğumuza, uçamayacağımıza inandırıldık, kanatlarımız kırıldı hayal kurmayı unutmuş büyükler tarafından.
Hayallerimiz çalındı, çok genç yaşta yüklendi hayatın ağır sorumlulukları sırtımıza. Yaşayamadık gençliğimizi, çocukluğumuzu yaşayamadığımız gibi. Şimdi içimizde bir yerlerde kaybolmuş/ölmüş çocuğu bulmaya/diriltmeye çalışıyoruz. Bütün çocuklarda ve bütün gençlerde onun izlerini arıyoruz, onun ilhamını arıyoruz; onlarda bulursak bizim içimizdekini de buluruz diye. Bize yeniden can verecek, güç verecek, yaşamayı öğretecek tılsım onda gizli. Aramak da sıkıntılı bir yolculuk ama bu yolculuğu da göze almazsak yaşamı anlamamız mümkün olmayacak.
Yolculuk zor, yolculuk korkutucu. Herkesle, her şeyle ve -tabi en zoru- kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor. Hesaplaşmanın, savaşmanın sonunda yıkıntıların arasından yeni bir ruh, yeni bir can, yeni bir bahar fışkıracak. Baharımız için kışımızı yaşamamız gerekiyor, ölüp dirilmemiz gerekiyor.
Ölüm ne kadar da ağır bir kelime. Oysa ölüm yaşamın kendisi, yaşamın anlamı. Onu gerçekten hatırlayabilsek yeniden yaşayabiliriz. Ölümü unuttuk, onun için yaşamayı da unuttuk. Oysa yaşam ölümle anlaşılır. Ölenlerle yaşamamın anlamını kavrarız. Ölüm hakikat ise yaşam da hakikat.
Ölümü ve yaşamı anlamak için sorduğumuz soruların cevaplarını veremedi büyükler, büyük bir şaşkınlıkla içinde yaşadığımız dünyada bize yol göstereceğine inandığımız büyükler bizi kovdular huzurlarından. Saçma sorularla canlarını çok sıkmadan yanlarından ayrılmamızı istediler. Onların canı sıkılmasın diye biz kendi canımızı sıktık. Sonra anladık ki anlamak istediğimiz ne varsa hayatlarından kovmuştu büyüklerimiz. Ölümü de kovmuşlardı hayatlarından. Ölüm unutulmuştu, ölümün bir anlamı yoktu onların yaşamında. Birinin ölümüyle hatırlanan, mezarlıklarla sınırlı, birkaç ayet ve duaya sıkıştırılmış işlevi olmayan bir şeydi ölüm onlar için.
“Doğumla ölüm başlar, son günümüz ilkin sonucudur.” der Manilius. Ölümü kovan büyüklerim aslında yaşamı da kovmuşlardı farkında olmadan. Ölüm yoktu ve yaşam da yoktu. Yaşamadıklarının farkında bile değillerdi. Ve bize de yaşamamayı öğretiyorlardı; sevmemeyi, hayal kurmamayı, umut etmemeyi. Yeryüzünde kendi varlığından bihaber birer ceset olmayı kim ister? Farkında değillerdi ama her biri birer cesetti. Yaşadıklarını zannediyorlardı ama  hayal kurmayan, sevmeyen, aramayan, sorgulamayan, acıyı ve ölümü hissetmeyen biri yaşıyor olabilir mi hiç?
Ölümü unuttukları için yaşamı da unuttular onlar ve bize de  unutturdular. Ama ölüm, o değişmez ve yaşamın habercisi hakikat kendini her zaman hatırlattı. Elimizde olduğunu sandığımız her şeyi alarak hatırlattı kendini; kendimize gelelim diye, yaşamayı bilelim diye, insanı bilelim, kendimizi bilelim diye.
Unutmamak gerekir aslında her doğum bir ölümdür ve her ölüm bir diriliştir...


TOZLU TAHTA - HAZİRAN 2014 - 20. SAYI