18 Kasım 2013 Pazartesi

ZİHNİYET DEVRİMİ

Öğrencilerimizin okul sevgisini anlamak maksadıyla gerçekleştirdiğimiz ankette onlara iki soru sorduk. Birinci soru genel anlamıyla okulu sevip sevmedikleriyle ilgili, ikinci soru ise kendi okullarını sevip sevmedikleri ile ilgiliydi. Bu anketin sonuçlarını hiç de şaşırtıcı bulmadığımı itiraf etmeliyim. Öğrenciyken böyle bir ankete katılmadım ama bana da bu sorular yöneltilmiş olsaydı ben de öğrencilerimizin çoğunluğunun vermiş olduğu cevabı verirdim herhalde.
Öğrenciyken sistemin kriterleri doğrultusunda başarılı bir öğrenci olduğumu söyleyebilirim ama okulu seviyor muydum? Hayır. Seviyorum dediğim şeyler; arkadaşlarım, bazı öğretmenlerim, bazı derslerdi. Okulun önemsediğimizi zannettiği şeyleri aslında önemli bulmazdık, bizim için zorunlu olan şeylerdi. Okul da zorunluluktu, zamanla önemini anlasak da içindeyken  sadece zorunlu olduğumuz için geldiğimiz bir yerdi. Eğitim almanın daha eğlenceli ve ilginç bir başka yolu olsaydı onu tercih ederdik.  Ama ne yazık ki yoktu ve biz de gönülsüz bir biçimde zorunlu olarak giderdik okula.  O günlerden bu güne çok şey değişti. Okullar, öğretmenler , bir ölçüde de olsa eğitim anlayışlarımız değişti. Ama hâlâ öğrencilerimiz okullarını pek fazla sevmiyorlar.
Öğrencilerimizin (öğretmenler de) çoğu okuldansa dışarıda olmayı tercih ediyor; tatillerin daha çok olmasını istiyor. Çünkü okul dışındaki dünya daha renkli ve ilgi çekici. Okul çok sıkıcı onlar için. Haksız olduklarını söyleyebilir misiniz? Bu yazıyı, okullarımızın aslında hiç de öğrencilerin düşündüğü gibi sıkıcı olmadığını, aslında çok renkli ve güzel yerler olduğunu iddia ederek, hamasi bir yazı olarak da tasarlayabilirdim; ama ne kadar inandırıcı olabilirdim ki. Ama okul dediğimiz yerler için şunları söylüyor olsaydık, ben bu yazıya daha farklı başlayabilirdim:
· Günde 4 saat ders işleniyor. Günlük ders saatleri kısa olmasına rağmen oldukça etkin bir biçimde değerlendiriliyor.
· Öğrencilere 15 yaşına kadar herhangi bir test uygulanmıyor, uygulanan test sonuçlarından da öğrencilerin haberi olmuyor. Uygulanan testlerde öğrencilerin durumlarını görüp gerekli tedbirleri almak maksadıyla yapılıyor.
· Amaç dersi dersin içinde öğrenmek, eğitim materyalleri bu doğrultuda kullanılıyor.
· Eğitimde kimseyle yarışmak zorunda değilsiniz, çünkü rekabete dayalı bir eğitim verilmiyor. Öğrenciler hiçbir şekilde birbirleriyle karşılaştırılmıyor.
· Ezberciliğe dayalı teorik bir eğitim yerine düşünmeye ve keşfetmeye dönük bir eğitim veriliyor.
· Öğrencileri bıktıran ödevler verilmiyor, veriliyorsa da bu ödevler 30 dakika ile sınırlı.
· Konserve kutuları gibi dizilmiş öğrencilerden oluşan sınıflar yok, sınıflardaki öğrenci sayısı 20’yi geçmiyor.
· En başarılı olarak düşündüğünüz öğrenci ile en başarısız öğrenci arasındaki fark %100 değil sadece %15’lik bir fark. Ayrıca öğrenciler birbirinin rakibi olarak değerlendirilmediği için başarısız öğrenci diye bir tanımlama yok.
· Derslerde işlenen konuları anlayamamış öğrencilerle özel olarak ilgileniliyor, öğrencilerin anlamama sebepleri berlirleniyor ve bu doğrultuda tedbirler alınıyor. Öğrenme güçlüğü çektiği anlaşılan öğrencilere ayrıca dersler veriliyor.
· Öğrenciler öğretilen değil, öğrenen bireyler olarak düşünülüyor ve öğrenciler öğreniyor, araştırmalar yapıyor, düşünüyor, düşüncelerini yazılı bir sunum haline getirip sunumunu gerçekleştiriyor. Öğrenciler kendilerini bir yetişkin gibi görüyorlar ve kendilerine olan güvenleri tam.
· Okulun yaşamın bir parçası olduğu ve bireyi yaşama hazırlayan bir kurum olduğu düşüncesinden hareketle her öğrenci öğrendiklerini kendi yaşamına yansıtıyor ve uyguluyor.
· Okullardaki kulüp çalışmaları çok ciddiye alınıyor ve bu kulüpler aracılıyla çok ciddi eğitim faaliyetleri gerçekleştiriliyor. Bu çalışmalarda hayal güçlerini, yeteneklerini, yaratıcılıklarını kullanabilmeleri için her türlü destek öğrencilere sağlanıyor.
· Okul; Kütüphaneleri, kafeteryaları, mutfakları, rahat koltukları ile evinizin rahatlığında dizayn edilmiş. Öğretmen ve öğrenciler okulda birlikte yemek yiyorlar.
· Bütün öğrenciler için eşit imkanlar sunuluyor; yaşadığı yer, gelir düzeyi, ırkı bakımından herhangi bir ayrıma tabi tutulmuyor.
· Bahçenin temizliği, kütüphane işleri, yemek dağıtımı, okulun bazı temizlik işleri okul asıl sahipleri yani öğrenciler tarafından yapılıyor.
Bu özelliklere sahip bir okul ne kadar güzel olurdu değil mi? Peki, böylesine bir okul hayal mi? Hayır, hayal değil. Yukarıda bazı özelliklerini ifade ettiğimiz özellikler Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), her 3 yılda bir PISA(Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) değerlendirmelerinde birinci sırada yer alan Finlandiya’daki okullara ait özellikler. Yani hayal değil, gerçek.
Bu gerçekleri fark etmek için çok akıllı olmaya da gerek yok. “Okulların temel vazifesinin bireyi hayata hazırlamak olduğu” gibi basit bir gerçek bile okullarımızı ve eğitim anlayışımızı gözden geçirmeye yeter.  Okulda verilenlerin hiçbirisinin işine yaramayacağını düşünen bireylere bir şeyler öğretmeye çalışmanın boşuna bir uğraş olduğunu söylemeye gerek yok. Bu cümleyi kurarken bile kullandığım “öğretmek” kelimesi bile bizim eğitim anlayışımızın yanlışlarından biri. Çünkü biz öğretmenler olarak kendi alanımızdaki her şeyi öğrencilere öğretmekle mükellef sayıyoruz kendimizi. Oysa bu gerçekleşmesi mümkün olmayan boşuna bir çaba. Ayrıca bu anlayışın öğrenciyi pasifleştirdiğini ve her şeyi başkalarından bekleyen bir birey olmaya ittiğini de göremiyoruz. Onlar adına düşünüyor, onlar adına karar veriyor ve onların daha iyi olacaklarına dair “güzel”(!) düşüncelerle bildiklerimizi onlara aktarmaya çabalıyoruz. Mümkün olsa, bir kabloyla  öğrencilere bağlanabilsek bizim zihnimizdekileri öğrencilerimize aktaracağız.
Peki, neden böyleyiz? Çünkü teoriye ve ezbere dayalı bir eğitim anlayışına sahibiz. Çünkü biz de aynı şekilde yetiştirildik. Çünkü bize öğretmenliğin böyle yapılması gerektiği öğretildi. Çünkü yeni bir yol denemek ürkütücü geliyor bize. Çünkü  yeni bir yol yeni öğrenmeler ve yeni ufuklar demek. Buna fazla cesaret edemiyoruz ve biz kendi güvenli limanımızda kalmayı tercih ediyoruz.  Limanda kalarak engin okyanusların hayalini kuran denizcilere döndük. Artık hayali bırakıp okyanusa açılmak gerekiyor. Çünkü okyanusun varlığını artık herkes biliyorsa bizim tayfalarımızdan bu gerçeği  daha fazla saklamamız mümkün değil. Yola çıkmak için çok geç kalmamak lazım.
 Öncelikli olarak bizim öğrencilerimizi “öğrenmeyi öğretmekle” mükellef olduğumuzu, eğer öğrenmeyi öğretebilirsek öğrencilerin bilgiye ulaşmada bir sorun yaşamayacaklarını ve çok farklı bilgi kaynaklarından yararlanabileceklerini eğitimciler olarak bizim anlamamız gerekiyor. Bilgi kaynağı olarak artık öğretmenin yetersiz kaldığı bir dönemdeyiz. Bu yüzden her türlü bilgi bizde var anlayışını bir kenara bırakıp bu gerçeği kabullenip bu doğrultuda çalışmak lazım.
Bir diğer önemli husus biz öğrencilerimizin anlatılanları ne derecede öğrendiklerini ölçmeye çalışmaktan ziyade gerçek hayatta karşılaştıkları bir problemi çözmede okulda edindikleri bilgileri ne ölçüde kullanabildikleri hususuna odaklanıp eğitim anlayışımızı buna göre düzenlemeliyiz. Problem çözme, düşünme, anlama yeteneği gelişmiş bireylerin nasıl yetişecekleri konusuna odaklanmakta fayda var. Ancak bu şekilde her türlü ezberi sorgulayan, yeni düşüncelere açık, toplumunu ve dünyayı daha iyi anlayan ve daha güzel bir dünya için çalışan bireyler yetişir.
“Konfüçyüs, bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun bunu örneklerle göstermek olduğunu bilirdi. Bir gün  öğrencilerinin karşısına geçer, eline bir vazo alır, tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tutar. Diğer elinde bir elma vardır. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, elmayı vazonun içinde bıraktıktan sonra, vazoyu yere koyar ve şöyle der:
"Elmayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci, elmayı yiyebilir."
Çocuklardan biri çok acıkmıştır, ilk o davranır ve elini vazonun dar ağzından içeri sokar. Elmayı yakalar, çıkarmaya çalışır, ama başaramaz. Çocuk:
- "Elimi çıkaramıyorum!" deyince, Konfüçyüs:
- "Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır" der.
Çocuk elmayı elinden bırakmak istemez; ama sonunda zorunlu olarak bırakır. Elini vazodan çıkardığında, yüzünde şaşkınlık vardır. Konfüçyüs diğer öğrencilere:
“Elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı?” diye sorar.
Cevap alamayınca Konfüçyüs, vazoyu yerden alıp ters çevirir. Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düşer. Çocukların hepsi gülmeye başlar. Aslında o kadar basit bir şeydi ki bu! Konfüçyüs; elmayı havada tutarak konuşmaya başlar.
"Fakat bu, göründüğü kadar basit değil. " der. "Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek, zor bir iştir. Onu bırakabilmek de bir beceridir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, o tuttuğunuz şeyin ulaşmak istediğiniz şeye ulaşmanızı engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız. Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz. Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, bu hilekârlığı hemen durdurmalısınız. İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz."
Sanırım bizim dürüst  davranmak için kendimizi fazla zorlamamıza gerek yok artık, çünkü her şey ortada zaten. Doğruyu bilen insanlar olarak gerekeni yapmak zorundayız. Elbette yıllardır doğru bildiklerimizi bir anda bırakmak zor olacaktır. Ama bunu gerçekleştirmezsek mutsuz, okullarını sevmeyen ve okulda edindikleri bilgileri hiçbir şekilde yaşamına yansıtamayan bireylerin dünyası olmaya devam edecek ülkemiz. Elimizdeki vazo elbette çok kıymetli, ona zarar gelmesini istemiyoruz; ama elmayı yememiz gerekiyorsa onu ters çevirmemiz gerektiğini de artık biliyoruz..
Öğretmenlerin de öğrencilerin de keyif alacakları, gelmek için can atacakları, evleri gibi gördükleri, birbirlerini ailelerinden biri olarak algıladıkları bir okul özlemi hepimizin isteği aslında. Ama bugünkü şartlarla bunun olması mümkün değil. Bu şartların değiştirilmesi hem çok kolay hem de çok zor. Çok kolay, çünkü  yapmanız gereken sadece dünyada örneklerini gördüğünüz eğitim sistemlerini ülkenize uygun bir biçimde  yeniden düzenlemek. Çok zor, çünkü bir zihniyet devrimi gerçekleştirmeniz gerekiyor. Ve bu devrime direnecek çok fazla kişi olacaktır.
DİL&ANLAT / KASIM 2013